5 Mart 2014 Çarşamba

Amsterdam Macerası - 3


Nerde kalmıştık? Ahh evet, akşamki davete hazırlanmak üzere otele dönmüştük. Saat beş civarı büyük patron Henk bizi almaya geldi. Kendisine Hönk denilmesinden hoşlanmıyor.. detay sormayın :). Evi şehrin yaklaşık yarım saat dışındaydı. Gidene kadar bize çevreyi anlatarak rehberlik yaptı. Vardığımızda evine bayıldım. Yukarıdaki fotoğrafa çok benzeyen, yeşillikler içinde, iki katlı çok hoş bir villaydı. Hoşgeldin seremonisi, eşi Heini ile tanışma faslı ve hediye teslim merasiminden sonra salondaki koltuklara kurulup şampanya içtik. Beraberinde ikram edilen somon fümeli mezeyi resmen yuttum. Balıkla aramın pek iyi olmadığını takip edenler bilir. Hele ki çiğ balık veya fümeyi hiiiç sevmem.


Yemeğe geçtiğimizde bilin bakalım ne vardı? Yine içine füme somon oturtulmuş bir çorba, onu da yuttum. Allah için kadıncağız acayip özenmiş, sunumu çok şıktı. Ardından etler geldi. Evet doğru tahmin, Az pişmiş.. Geri çevirmek çok ayıp olurdu. Aklıma geldikçe fena oluyorum.


Gece boyunca konuşulanları anlamak ve soruları cevaplamak, yemekten daha büyük bir işkenceydi. Her ne kadar Çılgın Ruziye gayet iyi idare ettiğimi söylese de kıçımdan terler aktığı bir gerçek. Gitmeden önce biraz çalışsam veya ders alsam fena olmazmış. Otele döndüğümüzde kendimi çok bitkin hissediyordum. 

Ertesi gün Çılgın Ruziye iş yerine gitti. Gün boyu sürecek bir organizasyonları vardı. Akşam da yemeğe gideceklerdi. Yani tüm gün yalnız olacaktım. Sabah erkenden sekiz saatlik bir tura katıldım. Tur otobüsüne ilk binenlerdendim. Bir baktım üst katın en önündeki dört koltuğu Italyan bir amca gasp etmiş, hiç kimseyi oturtmuyor. Akşamki ingilizce sohbetlerden aldığım cesaretle yanına gidip hesap sordum. "Hacı hacıı! sen ne ayaksın?".. demedim. Onun yerine koltukları tur çalışanları için mi yoksa ailesi için mi tuttuğunu sordum. Biraz önce burada olduklarını ama tuvalete gittiklerini, birazdan geleceklerini söyledi. Ben de sıranın başında olduğumu, yanında kimseyi görmediğimi, bu şekilde yer tutmasının yanlış olduğunu söyledim. Yakın zamanda gelen kimseyi görmezsem gelip oraya oturucam diyerek yerime geçtim. Adam acayip sinir oldu ama çok da fifi. Ben ingilizce fırça kaymışım, gerisi fasa fiso :). 


Yola çıktık, önce yel değirmenlerini gezmeye gittik. Manzara muhteşemdi. Bir tanesinin içine girip gezdik. Sonra da hediyelik eşya dükkanından alış veriş yapıp tekrar yola koyulduk.


Bir sonraki durağımız Volendam'dı. Bir peynir fabrikasına girip keyifli bir sunum izledikten sonra yine alış veriş yaptık. Orası aynı zamanda ünlü bir balıkçı köyüymüş. Öğle yemeği için bir balık lokantası ayarlamışlar. Belli bir saatte orada buluşmak üzere anlaştık. Akşamki vukuattan sonra tekrar balık yemeğe hiç niyetim yoktu. Daha güzel bir restaurant bulup keyifli bir yemek yedim. 

Sonraki durağımız Marken diye bir yerdi. Sadece köyün içinde çok kısa bir yürüyüş yapılacağı söylendi. O kadar yorulmuştum ki , sırf yürüyüş yapmak için canım otobüsten inmek istemedi. Yine de beş dakikalığına da olsa bir iki fotoğraf çekip geri döneyim diye düşündüm. Mesafe kısa olduğu için üstüme montumu almamıştım. Biraz ilerleyince tahta ayakkabı imal edilen küçük bir kulübe olduğunu gördüm ve içeri daldım. 


Turdakilerin yarısı yürüyüşe devam etti, diğer yarısı da benim gibi içeriyi gezmeye başladı. Fotoğraf işi bitince otobüse geri döndüm ama o da ne? Kapı kapalı ve içeride hiç kimse yok. Şoför ha geldi ha gelecek derken abartısız on beş dakika geçti. Acayip üşümüştüm. Kısa dedikleri yürüyüşten de hala dönen olmamıştı. Beklemekten sıkıldım ve kızgınlıkla ayakkabıcı kulübesine geri döndüm. Şoför alık alık ortalarda dolanıyordu. Yanına gidip otobüse binmek istediğimi söyledim. Bana "otobüs kilitli" dedi. Yapma yaaa!!! O anda bunu ingilizce nasıl ifade edeceğimi bilemediğim için, farklı anlaşılmaya mahal vermeyecek şekilde yüz mimiklerimi kullandım. Adam affallamış bir halde tur rehberini buldu ve beni gösterdi. Aynı şeyi ona da dedikten sonra kadın şoföre bir şeyler söyledi . Onayı alan şoförle otobüse doğru yöneldik. Giderken benden özür dileyip durdu. Tur rehberinden onay almadan bir şeyler yapmasının yasak olduğunu falan söyledi. 


Sonunda herkes tekrar toparlandı ve dönüş yoluna koyulduk. Yola çıkmadan önce şoföre şehir gezisine de katılacağımı ve zaman kalmadığını söylemiştim. Endişelenme dedi, çünkü o tur da bu otobüsle yapılacakmış. Hem de aynı şoför olacakmış. Bende hemen ışık yandı tabii. Geri döndüğümüzde otobüsten hiç inmeden, Italyan ailenin boşalttığı en öndeki koltuklardan birine geçip yayıldım. İki saatten fazla da şehirde panaromik bir tur yaptık. Müzeler bölgesinde mola verip elmas müzesini gezdirdiler. Sonra ilk noktaya geri dönüp turu bitirdik.


Inanılmaz derecede yorulmuştum. Her şeyi bir güne sığdırmaya çalışırsan böyle olur. Gerçi gün henüz bitmemişti. Daha Çılgın Ruziye'nin yokluğundan faydalanıp alemlere akacaktım. O yüzden Madam Tussauds'i ertesi sabaha bırakıp dinlenmek üzere otele dönmeye karar verdim. Akşam olunca yakındaki şık bir Italyan restaurantına gittim. Italya'ya gidince de, eğer bulursam, bir Hollanda restaurantina gideceğim .. söz valla. 

Beklenen an gelmişti. Red light district'e doğru yola koyuldum. Hafif bir "kek" yemeyi kafama koymuştum. Ama o mide bulandırıcı korkunç koku ve zombi bakışlı abuk sabuk tipler yüzünden kafelere yaklaşamadım bile. Tek başıma olmasaydım bunları görmezden gelip içeri dalardım muhtemelen ama cesaret edemedim.


Cadde boyunca gezerken Red Light Secrets diye bir müze gördüm. Kapıdaki kız beni yoldan çevirip, buranın yeni bir müze olduğunu ve bölgede çalışan hayat kadınlarının gerçekte nasıl bir yaşam sürdüklerinin aktarıldığını söyledi. Neden olmasın diye düşünüp girdim. 

Üstteki fotoğrafta görülen bu ev daha önce aktif olarak kullanılıyormuş. Gezerken orada çalışmış olan bir kızın odasına girdim. Duvara kızın ağzından hikayesini yazmışlar. Bina içindeki diğer yazılardan da anladım ki, aslında reklamını yaptıkları gibi buradaki kızlar gerçekten eğlence için bu işi yapmıyormuş. Bir çoğu bizde olduğu gibi başka bahanelerle ülkelerinden getiriliyormuş ve daha sonra pasaportlarına el konularak çalışmaya zorlanıyorlarmış. Bir tanesi orada çalıştığı süre boyunca yaklaşık iki bin beş yüz erkekle birlikte olduğunu yazmış. Kıskandım.. aman.. şey yani.. inanamadım. Odalardan birinde bir video oynatıyorlardı. Üst katta iki alt katta üç vitrinde kızlar görülüyor. Birden hareketli çılgın bir müzik başlıyor ve kızlar birbirleri ile uyumlu hareketlerle dans ediyor. Müzik bitince dışarıdan onları izleyen kalabalık ıslık çalıp alkışlıyorlar. Birden binanın üstünde bir yazı çıkıyor. Dansçı olma bahanesi ile oraya getirildikleri ve zorla hayat kadınlığı yapmaya zorlandıkları yazıyor. Sonra da kadınlar alınıp satılmamalı diye mesaj veriliyor. Az önce dans eden kızlar ruhsuz bir şekilde kendilerini sergilemeye devam ederken dışarıda az önce alkışlayan adamlar ne yapacaklarını şaşırmış halde bakakalıyorlar. Etkileyiciydi...

Orada kullanılan bazı aletleri de sergilemişler. Açıkçası şu salıncağa benzeyen şeyin nasıl kullanıldığını anlayamadım. Bilen varsa bana özelden yazsın  lütfen. Bir de gelen insanların unuttukları eşyalar vardı. Bir tanesi damaklı dişini unutmuş. Artık neden çıkardıysa !!!  En komiği de binanın çıkış kapısının yakınında günah çıkarma kabini olmasıydı.


Müzeden çıktığımda içinde tuhaf bir üzüntü vardı. Caddede dolaşmaya devam ettim. Arkadaşlarımın gitmemi önerdiği "tiyatroları" buldum. Yanlış anlamayın, amaç "kültür" arttırmak. Bir çoğunda canlı sex vardı. Kapılarına gidince canım içeri girmek istemedi. Hangi koşullarla orada çalıştıklarını öğrendikten sonra bunun eğlenceli hiç bir yanının olmadığını düşündüm. Bir çok kişi mutlaka git gör demiş olsa da, bir kadının herkesin ortasında o duruma düşürülmesine katkım olamazdı. Şeyyy.. bir de o geceki gösteriye afişteki zenci adam çıkmayacak dediler. Hiç ısrar etmeyin, bunu nasıl sorup öğrendiğimi kesinlikle anlatmayacağım.

Otele dönmeye karar vermiştim. Ara yollardan birine daldım. Zenci bir adam elinde bir poşetle önümdeki iki gencin peşi sıra gidiyordu. Baktım çocuk drug falan diyor.. kulak kabarttım. Gençlerden biri "İstemiyorum adamım, ben temizim" dedi. Sonra zenci adam bana doğru yöneldi. Ödüm çatladı. Bir şeyler diyordu ama anlamıyordum. Uyuşturucu satmaya çalıştığı belliydi. Hayır istemiyorum dedim ama peşimden gelmeye devam etti. Birden döndüm ve yüksek sesle "Kııışşşşt Kışt" dedim. Adam dumur oldu. Sahi o neydi yaaa.. tavuk kovalıyorum sanki mübarek. Neyse, hızlı adımlarla oradan uzaklaştım. Tabii korkudan önüme gelen sokağa daldığım için kayboldum. Sonra kocaman saat kulesini farkedip ona doğru yürüyerek otele dönmeyi başardım.


Ertesi sabah Madam Tussauds'a gidecektim ama kuyruğu görünce vazgeçtim. Onun yerine tam karşısındaki "de Bijenkorf" isimli lüks AVM'yi dolaştım. Dışarıdan binaya bakınca eski ve bakımsız gibi görünüyor ve burada ne olur ki diye düşünüyorsunuz. Ama içerisi çok başka. Bütün ünlü ve lüks markalar burada toplanmış. 


Katlardan biri sırf iç çamaşırlarına ayrılmıştı. Cennete düşmüştüm sanki. Ne yazık ki bir kaç kare fotoğraf çekebildim. Sonra etraftaki çalışanlar pis pis bakmaya başlayınca durmak zorunda kaldım.Yoksa Agent provocateur başta olmak üzere görmenizi istediğim neler neler vardı. En ucuz parçanın 78 Euro olduğunu da söylersem belki zihninizde canlanır.

Öğlen olduğunda otelden eşyalarımızı alıp hava alanının yolunu tuttuk. Böylece Amsterdam maceram da sona ermiş oldu. Umarım okurken çok sıkılmamışsınızdır. Sevgiyle kalın ...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder