29 Ekim 2013 Salı

Son Dakika Haberi

Blogumda bahsetmemiştim ama uzuuun zamandır bizim binanın asansöründe muhteşem bir erkek parfümü kokusu aldığımı ve sahibini merak ettiğimi arkadaşlarım bilir. Bugün eve döndüğümde nihayet o kokunun sahibini gördüm, Bay 13. Kat  :)) . Uzun boylu, en az 28 en fazla 32 yaşlarında, kolunda dövmeleri olan sevimli bir komşu. O benden önce asansöre binmişti, arkasından yetiştim. Parıldayan gözlerle "Merhaba" dedim. O da bana çok seker gülümsedi ve başını salladı. 
Ben 9. kattayım. Asansör katları birer birer çıkarken, "iyi ki kuaföre gitmişim" diye aklımdan geçiriyordum. Aslında sadece dip boya yaptıracaktım ama hazır gelmişken kırık fön de çektireyim bari demiştim. İşte bakın, neyin ne zaman işe yarayacağı belli olmaz. Her daim bakımlı ve hazırlıklı olmak lazım. Bir gün "iç motivasyonlarımın" da işe yarayacağından adım gibi eminim, neyse ... 
Artık katıma gelmiştik. komşuma doğru yandan güzel bir bakış atıp en şuh sesimle "İyi günleeer" dedim. O da bana "İyi günler, saygılar" dedi ?!!!  "Saygılar? ... Saygılar derken ?.... Ulan itoğlu it.."  demeye kalmadan asansörün kapısı kapandı. Tamam, birazCık büyük olabilirim ama teyze yerine koymanın ne gereği var yaniii?
Sonuç olarak acayip bir moral bozukluğu içindeyim. Aşağıdaki şarkı, benimle aynı durumu paylaşan kader arkadaşlarım için gelsin, "Sevdiğim kız abi dedi..."  http://www.youtube.com/watch?v=86VVJ66OMIU 

28 Ekim 2013 Pazartesi

Eskişehir Gezisi - 1

Dün akşam Eskişehir'den döndüm. Şehirler arası uzun yol gitme hedefini gerçekleştirdiğim yetmiyormuş gibi bir de şehirler arası gece vakti araba kullanmış oldum. Normalde planda böyle bir şey yoktu.Sonuç; çoook mutluyum ve tekrar yapmak istiyoruuum :)) . Bugüne kadar neler kaçırdığıma inanamıyorum. Neyse, şimdi bunları geçelim ve gezip gördüklerime gelelim..

Cumartesi sabahı 07:30 civarı önce gidip Kıvırcığı almam gerekiyordu. Her zamanki gibi alarmı kapatıp tekrar uyuduğum için geç kaldım. Bizimle beraber Kıvırcığın bir arkadaşı daha gelecekti.(Gerçek ismini vermek istemiyorum ama lakap takacak kadar da tanımadığım için bu yazıda "Murtaza" olarak anılacaktır). O da bizi 08:00'de Kartal köprüsü altında bekliyor olacaktı. Kıvırcıkla yola çıktıktan sonra Çamlıca gişelerinin hemen öncesinde yanlış yerden gittiğimizi anladık. Bu evlere şenlik kısmın çok detayına girmeyeceğim. Sonuçta gişe görevlilerin şaşkın bakışları ve olağan üstü yardımları ile dubaları aşarak geri dönüp Murtazayı ağaç olduğu yerden almaya gittik. Bu sırada Bostancı, Maltepe ve Kartal köprülerinin, bildiğimin aksine birer yaya geçidi olmadığını öğrendim. Buradaki detayı da atlıyorum. Allah'tan Murtaza sakin çocukmuş. Gıkını çıkarmadan uslu uslu bindi arabaya. Bir de Sapanca'ya uğramamız gerekiyor dedik, ona da eyvallah dedi.
Geçen gidişimde Güral Sapanca'da tabletimin şarj aletini unutmuşum. Hem ben onu aldım hem de Kıvırcık oteli biraz inceledi. Ailesi ile gelmeyi düşünüyormuş. Otel içinde gezinirken daha önce kahvaltıda dik dik bakışlarımla rahatsız ettiğim Arap amcayla karşılaştık. O da beni tanımış olmalı ki, önce bir irkildi. Sonra arkasını döndü, sonra tekrar başını çevirip bana baktı ve "Hııh" der gibi yapıp tekrar önüne döndü :) . Amcanın aklından ne geçtiğini bilmiyorum ama ben onu, daha doğrusu 15-20 santim uzunluğundaki sakalını seyrederken, zavallı karısı için "acaba nassııı...igghh.." gibi  abuk sabuk şeyler düşünüyordum. Artık nasıl baktıysam..

Otelden sonra yolculuk sorunsuz devam etti ve öğlen vakti Eskişehire vardık. Önce otele gidelim dedik. Şehir merkezinde acayip bir trafik vardı. Oteli bulup yerleştikten sonra Kıvırcığın diğer arkadaşları ile bir araya gelip Bilim Parkına gitmeye karar verdik. Orada New Balance, koşu kitlerini dağıtıyormuş ve makarna şenliği gibi bir şey yapıyormuş. Ama önce güzel bir yer bulup açlığımızı biraz bastıralım dedik.
Eskişehirde çiğ börek ünlüymüş. Nerede yesek diye düşünürken geze geze ünlü bir çiğ börekçi bulup kuyruğa girdik. Küçük bir dükkandı ama geleni gideni çoktu. Adamlar tok satıcı dediğimiz türden . Otomatiğe bağlamışlar artık, pipetler masaya uçarak geldi mesela :) . Neyse bir şekilde yedik içtik. Masada sohbet ederken oranın sahibi olan amca yanımızdan gelip geçerken laf atmaya başladı "Hımm.. Masalar da doldu,  kuyruk da çok ne yapsak acaba". Gitmemizi beklediğini anladık tabi ama yan masada henüz yemeğini bitirmemiş olan arkadaşları bekliyorduk. Amca dayanamayıp "artık sizi yolcu edelim de yer açılsın" dedi. Aslında yadırganacak bir şey yok. Gayet açık sözlü davrandı, biz alışmamışız böylesine. Dışarı çıkıp bir çay evinde diğer arkadaşları bekledik. Arkadaşlardan daha sonra öğrendiğimize göre, masayı paylaştıkları başka bir müşteri "Ama ben kıyması fazla olsun demiştim" diye şikayet etmiş.Amca da "Aman şimdi uğraşamam al iki tane fazla ye" diyerek önüne iki çiğ börek daha atmış :)

Çay faslı bittikten sonra bilim parkına yürüyerek gitmeye karar verdik. Arkadaşlar sporcu, heyecanlı genç tipler tabii... Yürüyeceğimiz mesafenin 4 - 5 km olduğunu öğrenmiştik. Yürüyemeyeceğim bir mesafe değildi, o yüzden pislik yapmadım. Yalnız o yol bitmek bilmedi, bence en az 7 km vardı.

Bilim parkındaki işlerini hallettikten sonra Kentpark'a gidip akşam yemeğini yemeğe karar verdik. Parkı çok güzel yapmışlar. Yapay plaj ve gölet vardı. Bir ara köprünün üstünde durmuş sudaki balıkları seyrederken ablanın birinin bize seslendiğini fark ettik. "Kızlar! Bir resim çektiricem de.."  Önce fotografını bizim cekmemizi istiyor sandık. Sonra vücut ve el hareketlerinden, "Şööle öteye gidin kızlar, görüntüyü bozmayın" demek istediğini anladık. Bir kaç yerde fotoğraf çektirdikten sonra Ada Restaurant diye şık bir yere girdik. Rezarvasyonumuz olmadığı için önce bizi kapıda bir süre beklettikler. İçerideki birisinden icazet aldıktan sonra "Buyrun, girebilirsiniz" dediler. "Allah razı olsun" diyerek daldık içeri. Yemeklerimiz bittikten sonra şef garsonun bizim masaya bakarak başka bir garsonun kulağına bir şeyler fısıldadığını fark ettik. A-han da şimdi kovacaklar bizi diye düşündük ve delikanlılığa poh sürdürmemek için bu sefer biz hızlı davranarak hesabımızı istedik.

Otelimize dönmek için taksi kullandık. Dönüş yolunda arkadaşlardan biri daha uzun bir yoldan gittiğimizi zannetti. Bu düşüncesini de yüksek sesle bizimle paylaştı. Şoför buna çok içerledi galiba. Dikiz aynasından ters ters baktı ve "Otele gidebileceğimiz başka bir yol yok. Biz İstanbul taksicisi miyiz ki müşterimizi dolaştıralım.. " dedi. Bir şekilde lafı değiştirdik ve amcayı daha fazla kızdırmadan otele geldik.
Gezinin ilk gününde aslında istediğim gibi pek bir yer gezemedim. Buna karşın Eskişehir halkının ne kadar samimi ve "açıksözlü" olduğunu öğrenmiş olduk.

İkinci gün ise listemdeki her yeri gezme fırsatım oldu. Ancak onu bir sonraki yazımda anlatacağım.




25 Ekim 2013 Cuma

Sapanca Gezisi


Geçen yazımda bahsettiğim İzmit gezisine çıkmadan önce tüm hazırlıklarım tamamdı ama yine de içimde bir huzursuzluk vardı. Yatmadan önce aklıma düştü, dua edeyim bari dedim. Amcamın cenazesindeki gibi kötü bir duruma düşmemek için de (Fatiha diye başlayıp Ayetel Kürsi ile bitirmiştim !!!)  bu sefer direkt internetten bir iki dua açıp okudum. Sonra mışıl mışıl uyudum. 
Sabah kalktığımda içimde acayip bir çoşku vardı. Ne olur ne olmaz diyerek 20 dakikada kendime 2 günlük çanta hazırladım. Eğer yolda bir sıkıntı duymazsam Sapancaya kadar gitmeye karar vermiştim. 


Önce tedirgindim. Orta şeritten neredeyse hiç ayrılmadım. Kamyonların yanından geçerken çok dikkat ettim. Epey ilerlemiştim ve birazdan İzmite varmış olurum herhalde diye düşünüyordum ki Şekerpınar tabelasını gördüm. Ulan !! Burası bizim arkadaşların her gün işe gidip geldiği yer ?!  Ben dağları aştım sanıyorum ama dötüm kadar yol gitmişim, övündüğüm şeye bak. Sonra fark ettim ki tedirginlikten uzun yol şarkıları CD'sini bile açmamışım. Bu iş böyle olmaz, kendine gel dedim. Açtım CD'mi, geçtim sol şeride. İşte asıl yolculuk o zaman başladı. Inanılmaz keyifliydi. Izmitte hiç durmadım bile, direkt Sapanca'ya doğru devam ettim. Yolda attığım sevinç çığlıklarını ve kahkahalarımı duyan biri olsa deli olduğumu düşünebilirdi. Umurumda bile olmadı :). 


Sapancaya vardığımda NG Güral Sapanca Otelini bulup oraya yerleştim. Yeşillikler içinde çok huzurlu bir yerdi.Üst katlarda bir oda rica ettim. Manzarası harikaydı. Sonra gidip biraz bahçesinde dolaştım. Hamakların olduğu bir bölge keşfettim. Hiç kaçar mı, yaklaşık yarım saat hamak keyfi yaptım. Geri dönüp bir şeyler atıştırdım ve lobide oturup kitap okudum. Otelin değişik aktiviteler için çalıştığı bir firma varmış. Onun numarasını almıştım ama sonradan nedense pek içimden gelmedi. Orada kendimle baş başa olmak hoşuma gitti galiba.


Ertesi gün otelin içinde trekking yapabileceğimi öğrendim. Evet, otelin sınırları içinde bildiğiniz orman var ve 3 farklı zorluk derecesine göre oklarla yönlendirmeler koymuşlar. Tek başınıza okları takip ederek trekking yapabiliyorsunuz. İyi ki yürüyüş batonlarımı götürmüşüm, 2 Saat civarında inişli çıkışlı çok keyifli bir gezi yaptım. Başka koşullar olsa hiç kimse beni asla ormanda tek başıma yürütemezdi. Otelin içinde, güvende olduğumu bilmek, bana bunu yapacak cesareti verdi. Oysa orası da ıssız bir yerdi ve biri beni öldürüp kenara atsa günlerce fark edilmeyebilirdi. Bunun üzerinde biraz düşüneceğim.


Yürüyüş sonrası  önce hamama gidip bir güzel kese ve köpük masajı yaptırdım. Sonra da önerileri üzerine 80 dakikalık "Lomi Lomi Nui" diye bir masaj yaptırdım. Bu masajda eller dışında kolun dirseğe kadar olan kısmını da bir nevi merdane gibi kullanıyorlar. Yani bildiğiniz ağzınıza mıçıyorlar. Bir daha yaptırırsam nah böööle olayım. Tipe baksan ufak tefek uzak doğulu bir hatun. Ama eli o kadar ağır ki. İşin kötüsü, masajı yaparken o kadar fark etmiyorsunuz. Zaten hamamdan yeni çıkmışım, pelte gibiyim. Güzel bir müzik çalıyor, hoş kokulu masaj yağları ile biri sizi mıncıklıyor... Gel gör ki odaya çıktıktan bir saat sonra etlerim acımaya başladı. Bildiğin yumuşak masajlardan şaşmamak lazım.

Oradayken arkadaşım Kıvırcığın, iş yerinden arkadaşları ile cumartesi günü Eskişehire gideceğimi öğrendim. Yüzsüzlük edip gezilerine kendimi de dahil ettim. Normalde böyle bir şeyi asla teklif etmezdim, kendimi aştım :).  Eskişehire kadar arabayı ben kullanacağım. Arabada iyi şoför olan biri daha olacağından içim rahat. Oradaki gezi programı da hazır. Çok heyecanlıyım. Yarın sabah erkenden yola çıkıyoruz. 


Bu arada , bugün diyetisyenimle görüştüm. Kas oranım artmış ama yağdan da yarım kilo daha almışım. Ne bileyim yahu, o kadar trekking falan yapınca birazcık tatlı yesem bile yakarım diye düşünmüştüm. Öyle olmuyormuş. Açık büfelerden nefret ediyorum. Hatun çok ciddi ağzıma sıçtı. Aslında ondan önce ben kendime çok kızdım. Benim bir hedefim var yahu. Öyle tatil matil havasına kapılıp tatlı yemek de ne demek?!!  





21 Ekim 2013 Pazartesi

Bugünden Notlar


Yahu bende de ne şans varmış arkadaş. 26 Ekimde Fest Travel ile Kapadokya turuna katılacaktım. Ancak bugün öğrendim ki, yeterli kişi sayısına ulaşılamadığı için iptal edilmiş. Başka tur var mı diye sordum ama kesinleşmiş bir program olmadığı cevabını aldım. Zaten bu tur gerçekleşseydi de bendeki bu şansla muhtemelen ya hep yaşlı teyze ve amcalar olurdu ya da romantizmin doruğundaki genç çiftler.


Oysa günüm çok güzel başlamıştı.  Gözümü açtım, pencereden dışarı baktım ve o korkunç trafiği gördüm. Sonra büyük bir zevkle "Yat yat yaaaat !!" diye bağırarak kendimi tekrar yatağa attım. Hala izinde olmak harika bir duygu. Hele ki geçen haftayı saçma sapan eve kapanarak geçirdikten sonra bu haftanın tatil olması çok iyi oldu.
Sabah kötü haberi aldıktan sonra bir iki işimi halledip rahatlamak için boğaza gittim. Sevdiğim bir mekanda karnımı doyurduktan sonra uzun bir süre aşağıda gördüğünüz bankta oturup boğazı seyrettim, çok iyi geldi.


Sonra Kanyondaki Harvey Nichols içinde yer alan kuaföre gittim. Orada Serdar diye biri var, "Kaş tasarımcısı" . Yani nasıl tarif etseeemmm... Mentos gibi, dışı sert içi yumuşak biri. Acayip ciddi bakışlarla yapıyor işini, tırsıyorum adamdan. Bugüne kadar gülümsediğini pek görmedim. Aynı ciddi ifadeyle, bir ucunu dişine taktığı drima ipi iki parmağına sarıp şakada şukada son temizlik olayına girişmesi.. biiirazz tuhafff !! Ama kaşınıza çok güzel şekil veriyor, denemenizi öneririm :)


Orada işim bitince D&R'a uğradım ve bugün dağıtıma çıkan Ahmet Ümit'in "Beyoğlu'nun En Güzel Abisi" isimli kitabını aldım. İşte bu tatil için okumayı planladığım cinayet romanı.. ni-ha-ha-haa.. :) . Gözüme kestirdiğim başka kitaplar da oldu ama onları sadece not aldım, kitap fuarına saklayacağım, az zaman kaldı zaten. Aptalca belki ama oradan almak başka bir keyif veriyor :)
Kanyondan çıkınca Lady N'le buluştuk. Evine dönmeden bir kez daha görebildiğim iyi oldu. Aralık ayında tekrar gelecek galiba ama belli olmaz. Insan özlüyo işte yahuuu... :(
Son olarak, insanlık için küçük benim için büyük bir adım atmaya karar verdiğimi gururla duyurmak istiyorum. Yarın şehirler arası ilk araba yolculuğumu yapacağım. Hem de tek başıma. Bunun için olabilecek en yakın yeri seçtim, İzmit. Bakın şimdiden söylüyorum, bunu yazan tosun gülene kosun . İzmit burnumuzun dibi gibi görünebilir ama sonuçta başka bir il. İhtiyacım olabileceğini düşündüğüm tüm eşyaları topladım. Haritam yok ama onun için de IPhone'a güveniyorum.


Eğer yarını kazasız belasız atlatabilirsem ertesi gün Sapancaya, daha sonra Abant'a falan gitmeyi planlıyorum. Madem Kapadokya olamıyor, ben de sınırlarımı başka türlü zorlarım .
Inşallah İzmit diye yola çıkıp kendimi Kayseri'de bulmam. Bana şans dileyin :)





13 Ekim 2013 Pazar

Tek BaşınaYapılabilecek Faaliyetler - 1

Geçtiğimiz hafta boyunca, gezip tozma işini tek başına yapmaktan hoşlanmadığımı keşfettik. Gerçi çare yok, tek gezmeye devam edeceğim ve eşşek gibi bundan keyif almayı öğreneceğim. Ama bu arada, tek başına yaparken de mutlu olabileceğim faaliyetleri bulmam gerekiyor.Fazla işkenceye gerek yok öyle değil mi ?


Yaklaşık 13-14 sene önce her hafta sonu taksime çıkar, tünele kadar şöyle bir tur attıktan sonra sinemaya giderdim. Filmin başlama saatini beklerken veya film bittikten sonra  Dulcinea'ya gider bir çay ya da kahve içerdim. Her film arasında da mutlaka Frigo dondurma yerdim. Bu rituelden çok keyif alırdım ve hiç yalnızlık hissetmezdim.


Bugün akşam üzeri aklıma esti, evin yakınındaki bir sinemaya gittim. O saate en yakın olan film "Runner Runner" di. Biletimi ve küçük boy patlamış mısırımı alıp geçtim içeri. İzlediğim tipik bir amerikan filmiydi, geyik ötesi. Justin yavrusunun hatırına izledim ama o olmasa ikinci yarıda çıkardım muhtemelen. İşin iyi tarafı, filmin kötü olması dışında başka hiç bir sıkıntı yoktu. Orada tek başına olmak eskisi gibi keyif vericiydi. Haa.. bu arada, bu sefer ara verildiğinde dondurma almadım. Zaten patlamış mısır bile yeterince büyük bir kaçamaktı. Bu faaliyeti cebe koyuyorum :)

Sinemadan sonra AVM içinde dolaşmaya başladım. Çok uzun zamandır kendi bedenimi bulamadığım, güzel kıyafetlerin olduğu mağazalarda dolaşmıyorum. Bazen çılgın Ruziyenin zoru ile şöyle bir giriyorum, sonra "Şurda buluşuruz" diyerek başka bir yere gidiyorum. Bu sefer yine birden bana geliverdiler. Bebe diye bir mağaza var. Epeydir adını duyuyorum, vitrininde rengarenk ürünler var. Daldım içeri. XXS diye bir beden vardı yaa, yuh diyorum.


Mağazada dolaştıkça, eskiden böyle kıyafetlere sığacak kadar zayıf olduğumu hatırladım. Hatta vücuduma göre ince bir belim vardı ama bir türlü bunu ortaya çıkaracak tarzda bir kıyafet bulamazdım. Hoş bulsaydım da o dönemler bunları giyecek cesaretim olur muydu bilmem. Yukarıda gördükleriniz daha hiç bir şey değil. Bir de  http://www.bebe.com adresine girip bakın, neler neler var. Bunca zaman boyunca aptal gibi boşuna kaçmışım böyle mağazalardan. İşte yeni faaliyetlerimden biri bu olacak. Mağazalara gir, gez, gör, heveslen ve za-yıf-laaa. Hem benim bu hatunlardan neyim eksik? Fazlam bile var..35 kilocuk kadar :P .




12 Ekim 2013 Cumartesi

Yeni bir şeyler


Bu sene sürekli şu lafı etmeye başladım, "En iyi terapi; kız muhabbeti". Eskiden kız muhabbetini fazla sevmezdim, yaş ilerleyince muhabbet de değişiyor anlaşılan. Dün gece Lady N'nin İsviçre'den gelmesini bahane ederek, "Rakı güzeldir, içmesini bilene" çerçevesinde bir buluşma ayarlamıştık. Çok keyifli bir gece oldu. Bir dahaki buluşmaya kesinlikle arabasız gideceğim. Böyle tek kadehle olmuyor. Garsona bi "gel yavrucum" bile diyemedim. Gerçi o suratsız adama sarhoşken de bunu söyleyemezdim herhalde. Naughty Girl bile sigara içmek için izin istemeye çekindi, o derece :)
Arkadaşlarımla bir arada olunca, gırgır şamata niyetine gidip böyle laf atma ya da buna benzer şeyler yapabilirim. Ancak normal bir ortamda, hiç tanımadığım insanlarla durup dururken sohbet edemem. Bugün yaptığımız görüşmede nasıl olduysa bu bilgiyi koçumcuğumla paylaştım. Hay dilimi eşşek arıları soksaydı, nerden ettim o lafı. Tutturdu "yan tarafta oturan yaşlı amca ile git 5 dakika sohbet et" diye. O olmazsa diğer taraftaki çocukla konuşmamı istedi. Birden panikledim, ne yapacağimi şaşırdım. Sonra nasıl olduysa vazgeçip aşağı içecek bir şey almaya gitti. Az sonra oranın çalışanlarından biri sırıtarak bana doğru gelmeye başladı
- Merhaba
- Ulan ! Seni o sakallı çocuk gönderdi di mi?
- Nasılsınız? Ben İlyas
- Söyle kaç para verdi sana ?
- Yok...Memnun kaldınız mı? İçeceğinizi beğendiniz mi?
Yavrum yazık, edebini de bozmuyo. Arkadan pişkin pişkin sırıtarak koçumcum geldi.
- Nasıl ? Tanıştınız mı?


İçimden geçen cevapları buradan nakletmeyeceğim, ayıp. Neyse, cocukcağızı karşıma oturttuk, koçu yine aşağı yolladık. 6-7 dakika daha muhabbet ettik. Koç elinde kahvesi ile geldiğinde teşekkür edip İlyası yolladık. Sonrasında ona ne diyeceğimi bilemedim. Benim için yaptığı o kadar farklı bir şeydi ki? Kızsam ve boğsam mı yoksa sevinsem ve sıkıca sarılsam mı bilemedim. Şu bir gerçekti ki her iki türlü de nefessiz kalıp ölecekti.
- Seni öldürebilirim, zaten bir sıkımlık boynun var...
Tanrımmm... Utanmadan koçuma böyle dedim. İnsan şapşırınca ağzından ne çıktığına hakim olamıyor. Gerçi iplemedi, güldü geçti.
Ben tam kurtulduğumu zannederken yaşlı amca ile konuşmam için yine ısrar etmeye başladı. Zaten az önce tanıştığımız İlyas da amca ile sohbet ediyordu. Baktım kurtuluş yok, gidip 5 dakika sohbetlerine katılıp geri döndüm.
Bugüne kadar ki en farklı seansımızdı. Buna benzer şeylerin yine olacağını söyledi. Hoşuma gitmedi desem yalan olur. Bu adam deli... Bütün ezberimi bozuyor :)

Bir kaç hafta önce değişim objem olan yüzüğümü kaybettim. (Hani şu yazımda bahsetmiştim ; http://iskeledegunbatimi.blogspot.com/2013/08/degisim.html).  Koçumcuğum duyduğunda git ve yenisini bul demişti. Hatta farkında değil ama bana ipucu da verdi ;). Bugün bu muhabbetten sonra yeni objemin ne olacağını netleştirdim ve gittim aldım. İşte karşınızdaaaaa... ta ta ta taaaaaaa.....


Bilmeyenler için açıklama yapayım. Bu zatı muhterem Jedi ustası Yoda. Bana değişimi koçumcuğumdan daha iyi hatırlatacak başka bir şey bulamam muhtemelen. Eh.. Yoda da koçumu hatırlatacak en uygun obje gibi görünüyor :))) . Elinde sopası.. aman yani.. ışın kılıcı da var, daha n'oolsun.

Son olarak diyetimden bilgi vereyim. Geçen hafta yağdan 400 gram vermiştim. Bugün tartıldığımda da 500 gram daha verdiğimi gördük. Aslında çubuk kraker geçen hafta için verdiği diyete göre 1,5 kilo yağdan vermemi bekliyordu ama olmadı. Tabi böyle olması benim de moralimi biraz bozdu. Galiba porsiyonların miktarını ayarlayamıyorum. Bayramda kaçamak verecekti ama istemedim. Bakalım haftaya ne çıkacak?


11 Ekim 2013 Cuma

Adalar Turu (Büyükada - Heybeliada - Burgazada - Kınalıada)

Kitapta 16 sayfa yer ayrılan adalar turunu iki güne bölerek bitirdim. Tabi ben de bittim. Eğer vaktiniz kısıtlı değilse hepsini bu kadar kısa zamana sıkıştırmayın. Her birini farklı günlerde gezin. Hatta farklı haftalarda gezin ki boku çıkmasın. Ne demek istediğimi yazının ilerleyen bölümlerinde daha iyi anlayacaksınız.


Bir gün öncesinde Sevgili Arsız Böcükle buluşmuştuk. Onun akıl vermesi sayesinde Mavi Marmara'nın seferlerini inceledim ve gezimi ona göre planlamanın daha mantıklı olacağına karar verdim. İlk gün Büyükada'dan başlayacaktım. Oradan Heybeliada'ya geçecektim. Ertesi gün de Burgazada ve Kınalıada'yi gezecektim.
Sabah erkenden söylene söylene kalktım. Tatildeydim ama 08:00 vapuruna yetişmek için kargalardan önce uyanmam gerekmişti. Hazırlanıp çıktım ama trafiğe takıldığım için vapuru kaçırdım. Geç de olsa Büyükada'ya geldiğimde ilk işim saat kulesinin olduğu yere gitmek oldu. Aşağıdaki fotoğrafta pek belli olmuyor ama bahsettiğim yer orası. Merkez yani. Sonra kahvaltı yapabileceğim bir yer aramaya başladım.


Gözüme bir yer kestiremeyince hemen aklıma Foursquare geldi. Doğa saklı bahçe diye bir yer önerilmiş. IPhone'nun yönlendirmeleri ile orayı buldum ve şu güzel yeşilliklerin altında kahvaltımı yaptım.


Başta tekrar merkeze dönüp fayton kiralayıp Aya Yorgi'ye çıkmayı düşünüyordum. Ama sonradan acaba yürüyebilir miyim diye düşünmeye başladım. Zira Büyükadanın atları ben görmeyeli epey terbiyesiz ve vurdum duymaz olmuş. Kahvaltı yerini ararken bir tanesi tam yanımda Fosss diye gaz çıkardı...Allahın cezasıııı....Bir de hiç sıkılmadan kuruğunu sağa sola salladı. Hayvan bir döner ay pardon falan der. Neyse, oradaki amcaya sordum, o da gazı verdi. Öyle değil yani, yürümem için teşvik etti manasında...Nasıl gideceğimi tarif etti sağolsun, çok kibar bir amcaydı.Sonra yola koyuldum..

Önce yürümek iyiydi de... Zaman geçince ve yokuşlar dikleşince keyfi biraz kaçmaya başladı.  Kaldı ki koku anlamında faytona binmemenin hiç bir faydası olmadı. Yanımdan o kadar çok fayton geçti ki... Özellikle yukarı doğru çıkanlardan çoook ağır kokular geliyordu, zorlandıkça bırakıveriyorlar anlaşılan. Öldüm bittim...sapsarı oldum.


Evlerin çoğunda dikkat köpek var yazısı vardı. Bazılarındaki köpeklerle ne yazık ki tanıştım. Bu kadar agrasif olmalarına ne gerek var anlamadım. Herkese karşı mı böyleler yoksa adaya dışarıdan gelenlere mi çok hırlıyorlar bilemedim. Çok kaba çoook...Hayır tamam evlerdeki bekçi köpeklerini anladım da...  Not aldığım yerler arasında olan Büyükada Müzesi birden karşıma çıktı. Bahçeden içeri gireceğim anda o köpek koşa koşa çıkıp geldi. Sevimli zararsız bir şeye benziyor ama girişi kapattı...
- Çekil .. Kışt
- Hav
- Yahu müzeyi gezicem çekil
- Hav
- Hey Allahım müze girişine hangi geri zekalı bu yaratığı koyar ki , sahibin nerde it herif
- Hıırrrrrrr... Hav hav hav hav  Hav
- Hass*kt***rrr...


Bir süre arkamı kollayarak hizli adımlarla oradan uzaklaştım. Biraz ilerledikten sonra tesadüfen Reşat Nuri Güntekin'in evini buldum. Nasıl güzel bir manzarası vardı anlatamam. O yüzden fotoğrafa bakın, görebildiğiniz kadarından tahmin yürütün :)


Artık iyiden iyiye yorulmaya başlamıştım. Evler bitmiş ve çevrede ağaçlıklardan başka bir şey görünmez olmuştu. Yanımdan sürekli faytonlar geçiyor ve leş gibi kokularını salıp gidiyorlardı. Artık küfürleri sıralamanın zamanı gelmişti. Zaten ne işim vardı ki benim burada. Ayı Yogi'yi görmek çok mu önemliydi? Aaaa ne güzel isim buldum ha ha.. Aman kimse duymasın, ayıp. Şimdi blogda ne yazıcam ki ben? "aman da ne güzeldi.." Peehhh .. Yok yok şöyle yazayım. "Adada yolunuzu bulmak çok kolay. At pisliklerini takip ediniz. Eğer yol çatallaşıyorsa ve her ikisinde de at pisliği varsa, bu sefer taze at pisliğini takip ediniz. At pisliğinin taze olduğunu bir şehirli olarak nasıl anlarım diye endişelenmeyim, çünkü burnunuz sizi asla yanıltmaz".. Aaaaaaa.. Şimdi çığlığı basıcam. A-Ha, orada bir şey var. Aaa.. Kitaptaki yetimhane!!!
Ah nihayet anlamlı bir şey görmüş ve çok sevinmiştim.Yetim kalmış yetimhane.

Birden zurnanın zırt dediği yere geldim. Yol ikiye ayrılıyordu. Her iki taraftanda fayton geliyordu. Yani her iki tarafta da taze at pisliği vardı. Yanımdan geçen ilk faytoncuya sordum.
- Amca Ayı Yogi'ye nasıl giderim ?
- Aya Yorgi gızım o, şu daraftan gideceeesin. cık cık cık...
Tüüüü ... rezil oldum iyi mi? Deminden beri kendi kendime söylenirken dilime yapışmış işte, lanet olsun.


10-15 dakika daha tırmandıktan sonra nihayet lunapark dedikleri yere vardım. Orada bir çay bahçesi var. Aya Yorgi'nin yürüme yolu buradan başlıyor. Yeni bir yokuş tırmanmadan önce bir çay içip dinlendim. Sonra geldiğim yoldan daha dik olan yokuşu tırmanmaya başladım. Allahtan bu yolda fayton olmadığı için sorun çıkmadı. Epey zorlansam da tepeye varmayı başardım. Buradan tüm bayanlara duyuruyorum. Spor salonlarına ya da özel masajlara , şuna buna boşuna para harcamayın. Dötünüz yiyorsa bir ay boyunca her gün bu yokuşu çıkıp inin. Bir ayın sonunda yuvarlak, taş gibi, sağlam bir kıç sizleri bekliyor olacak, garantili...


Yukarı vardığımda ilk işim kiliseye uğramak oldu. Üç ayrı dileğim için üç mum yaktım. Bu tür dileklerin gerçekleşeceğine dair içimde en ufak bir inanç yoktur ama bir yanım ya olursa diyor işte ..


Kilisenin yanındaki lokantada dinlenip bir şeyler atıştırdım. Manzara muhteşemdi. Hazır böyle bir ortamda kendimle baş başa kalmışken koçumcuğumun verdiği ödevler üzerinde biraz düşünüp notlar alayım dedim.
Bu arada yukarıda göreceğiniz yürüyüş batonlarına dikkatinizi çekmek isterim. Normalde en ufak bir eğimi bile çıkmakta zorlanırım. Ama bu butonlar sayesinde o kadar yokuşu kazasız belasız çıkmayı başardım. Tamam yine zorlandım ama bunlar olmadan önceki hali ile kıyasladığımda keçi gibi tırmandığımı söyleyebilirim.  Hiç bir sağlık sorununuz olmasa bile yürüyüşlerinizde bu tür butonları kullanmanız öneriliyor. Kuzey yürüyüşü deniyormuş. Vücudun üst kısmı da aktif olarak çalıştığı için daha sağlıklı oluyormuş.


Dönüş çok rahattı. Taa ki faytonların olduğu bölgeye gelene kadar . Hadi ona da alıştık artık diyerek fotoğraf çeke çeke sahile doğru inmeye başladım.
- Afedersiniiiiiiz..
Allaaahhh ...yine mi yahuu?  Hep beni bulmak zorunda mi bunlar ?
- Kusura bakmayın, bizim bir resmimizi çeker misiniz?
Baktım genç bir adam yolun karşı tarafından bana doğru geliyor. Yanında sıkmabaş bir kadın, kucağında 6-7 aylık sevimli bir bebek. Peki dememe fırsat bile vermeden telefonunu elime tutuşturup eşinin yanına geri döndü.
- Ama arkadan ışık geliyor buradan karanlık çıkarsınız
- Tamam şöyle dönelim
O döndükleri pozisyonla ben yolun ortasında kalmış oldum. Baktım ilerden fayton geliyor.
- Neyse şu fayton geçsinde öyle çekeyim.
Kadın;
- Sen çek çeeeek..gelmez ooo
- ?!!!

Sahile vardığımda Heybeliada vapurunun kalkmasına 25 dakika kalmıştı. Starbucks'ta bir çay içip oyalandım.Çok yorulmuştum. Acaba eve mi dönsem diye düşünmeye başlamıştım. Vapurdayken son anda vazgeçip Heybeliada'da indim.


İlk işim İsmet İnönü Müzesini aramak olacaktı. Iphoneu ayarlamış giderken sahilin az ilerisinde kitapta bahsedilen Ayios Nikolaos Kilisesini gördüm.Kapısını biraz zorladım ama kilitliydi, giremedim. Yoluma devam ettim. Yine yokuş... Adalılar çok sağlıklı insanlar olmalı. 1 km'den daha az bir mesafe ilerledikten sonra müzeyi buldum.


Internetten edindiğim bilgiye göre adres değişmiş. Nuramara 59 yerine 67 olmuş. Girişinde buranın müze olduğunu belli eden şu küçücük tabeladan başka bir şey yoktu. Ayrıca yine sitelerinde yazdıkları ziyaret saati 18:00 değil 17:00'ye kadarmış. Sadece 10 dakikam vardı. Orada görevli bir bayan gıcıklık yapmadı ve beni içeri aldı. 10 dakikaya sıkıştırılmış bir tur attım. Tatmin olmadım tabii... keyfim kaçtı biraz.Gezine gezine başka bir yoldan sahile inmeye başladım. Burası da Büyükadaya çok benziyordu. Daha sakin ve daha az at kokusu vardı. Görülecek yerler arasında Ruhban okulu kalmıştı. Çok yorgun olduğum ve zamanım daraldığı  için sahilden bir faytona binip öyle yukarı çıkmaya karar vermiştim. Bir faytoncu bulup fiyatını sordum. "27 liraya yukarı bırakırım, oradan kendin dönersin" dedi.Ormanın içinde bir yermiş. Zaten akşam olmuş.. öyle orman falan lafını duyunca tırstım. İçeriye de girilmiyormuş zaten, öyle dedi. Kapıdan bir cik de sonra aşağı in...Aaamaaannn dedim vazgeçtim. O da eksik kalsın.En son Deniz Lisesini de gördüm ve gelen ilk vapurla geri döndüm.


Ertesi gün kılımı kıpırdatacak halim yoktu. bacaklarımı hareket ettirebilmek için masaj yapıp durdum.Yapacak en iyi şey o gün evde kalıp dinlenmek olacaktı. Ama hayır... Baş çavuş Arsız Böcük beni takibe almıştı. Sabahtan beri hala foursquare'de check-inimi görmeyince beni dürtmeye başladı. Evden çıkana kadar bana bir güzel gaz verdi. Seviyorum bu kızı yaaa :)


Önce Burgazada'ya gittim. Sait Faik Abasıyanık Müzesini buldum. Uzun süre kapalıymış, bu yaz yeniden açıldı. Bence güzel olmuş, rehbere ihtiyaç duymadan çok rahat gezebiliyor ve yazarın hayatı hakkında epey bilgi edinebiliyorsunuz. Ben gittiğimde 7-8 kişilik bir turist grubu da vardı.


Oradan ayrılınca sokaklar arasında yürümeye başladım. Yukarıdaki rengarenk boyanmış merdivenler dikkatimi çekti. Biraz gerisinde de Gezi parkı olaylarını protesto ettikleri küçük bir park görmüştüm. Hala bez afişler duruyordu. Yolda giderken yanımdan geçen birileri bana Sait Faik Müzesinin yerini sordular. Şak diye tarif ettim. Bu da bendeki acayip bir huydur, yeni öğrendiğimi anında satarım. Geçen sene de iki arkadaşla Ankaraya bir iş için gitmiştim. Hiç bilmem etmem oraları. Tesadüfen şekerbank şubesi dikkatimi çekmişti. Biraz ilerledikten sonra kadının biri bana şekerbankın yerini sordu, tarif ettim. Arkadaşlarım "Yuh" demişti :).


Gideceğim yerler arasında Kalpazankaya vardı. Hala her yerim ağrıdığı için bu sefer faytona binmeye karar verdim ve sahile doğru ilerledim. Giderken Ayios İoanis Rum Ortodoks kilisesini gördüm. Kitapta geçmiyordu ama boş verin, bu da benden olsun.


Faytonların olduğu yeri bulup sıradakine bindim. Yaklaşık 15 dakika süren yolculuk kabus gibi geçti. Epey bir süre yokuş çıktık. Bunun ne demek olduğu malum. Şu görmüş olduğunuz soldaki at var ya... İşte en çok o salıverdi . Allahtan önceden işaret veriyordu da biraz kenara kaçılıyordum. O kuyruk önce şööööle bir dikleşiyo dikleşiyoooo ... sonra fooooossssss... Hay dötün kurusun at bozuntusu seniii....Tabii asıl kabus sonra başladı. Evler bittti ormanlık alana geldik. Garip garip yerlerden geçmeye başladık. Buralardan geçerken de adam ha bire yavaşladı, neredeyse duracak. Önce belki yokuş iniyoruzdur ya da viraj vardır dedim ama .. baktım öyle olmayan yollarda da aynı şekilde kullanıyor. İçimi korku kapladı. "Allaaah" dedim, "bu adam şimdi kuytu yere çekip tecavüz edecek." .. Sonra düşündüm, "Ulan salak, tecavüz kaçınılmazsa zevk almaya bakacaksın, ayağına kadar gelmiş.".. "Ama bu çok yaşlı ve çook çirkiiinnn... keşke ikinci sıradaki genç olanın faytonuna binseydim".."Yok yok o da böyle bişeye yeltenmezdi zaten".. "?!!! Ne diyorum ben yaaaaa ?!!!!!" . Tam o sırada adam durdu ve geldik dedi. Hemen attım kendimi aşağı, parasını verdim girdim restaurantin içine.


Bu güzel manzara eşliğinde bir şeyler yedim. Manzara iyi hoş ama bence böyle bir yere yalnız gelinmemeli. Sizi bilmem, ben kendimi eksik hissettim.
Arkamda oturan iki teyze vardı. Ben yemeğimi bitirmek üzereyken onlar da faytoncu çağırdılar. Cesaretimi toplayıp, tek başıma olduğumu ve yanlız dönmeye çekindiğimi söyledim. Onlar için de sakıncası yoksa ücretini paylaşıp birlikte inmeyi teklif ettim. Insanlardan böyle şeyler istemem normalde. Aaa, kabul ettiler, çok sevindim :) . Sohbet ede ede aşağı indik.

Artık çok geç olmuştu. 17:15 vapuru ile Kınalıada'ya geçtim. Kitaptada zaten fazla görülecek bir yerden bahsetmemişti. 25-30 dakikada tüm adanın yürüyerek gezilebileceğini söylüyordu.
İner inmez adı geçen Sirakyan Evlerini buldum.


Diğer adalardaki evlerden sonra bana hiç de ilgi çekici gelmedi. Muhtemelen yorgunluğun ve bıkkınlığın da etkisi vardı. Hemen yanında Bahar pastanesini gördüm. Ay ne güzel, burada her şey birbirine çok yakın galiba şeklinde salakça bir hisse kapıldım. Kitapta bu pastanenin meşeroz diye özel bir tatlısı olduğundan bahsedilmiş. İçeri girip sordum. Adam gayet ilgisiz bir şekilde sezonun kapandığını ve olmadığını söyledi. Ben de çay bile içmeden çıktım.


Kitap, görülmesi gereken yerler arasında edebiyatçı Fazıl Ahmet Aykaç'ın evi olan Taş Köşkünden bahsetmiş. FourSquare'de arattım ama bulamadım. Etraftaki bir kaç esnafa sordum ama kimse bilmiyordu. Adres olarak sordum, onu da bilen çıkmadı. Nasıl yaa, kıç kadar yer ve siz buranın yerlisisiniz. Sinirlendim galiba. Bu kadar ilgisiz olmaları hoşuma gitmedi. Önce kendi kendime sokaklarda dolaşıp bulmaya çalıştım, sonra pes ettim. Bari Hristos Metamorphosis Manastırını göreyim dedim. Zaten başka da görecek yer kalmamıştı. Yokuşları çık çık bitmek bilmiyor. Yine küfürleri sıralamaya başladım. En son çıktığım yokuş, hiç abartmıyorum, 70 derece falan vardı herhalde. Yokuşun tepesine kadar çıktım. Baktım sonrası iyice ormanın içine dalıyor ve hiç ev yok. Hava da kararmaya başlamıştı. "Hay senin manastırına" dedim ve aynen geri döndüm.

Sahile indiğimde tamamen tükenmiş bir haldeydim. Vapurun kalkmasına 20 dakika vardı. Bir banka oturup gözlerimi kapadım. Biraz sonra tuhaf bir sesle irkildim.
- Abla Ardahan kaşarı var abla veriiiim mi?
Amcanın elinde kapalı simit arabası gibi bişey vardı. İçine bir sürü paketlenmiş kaşar peynir doldurmuş, gülümseyerek bakıyordu. Konuşması da biraz farklıydı, anladığım kadarıyla biraz zeka geriliği vardı.
- Hayır teşekkür ederim
- Ama bunlar Ardahandan geldi çok güzel
- Pek Ardahandan gelmiş gibi görünmüyorlar ama
- Nerden anladın abla
- Ordan gelseler yorgun olurlardı bak bunlar diri diri.
- He he , veriim bi parça tadına bak..
- Aman yok yok sağol.
Allahtan çok uzatmadı, yandaki kahveye girdi.

Bu gezinin aklımda kalan en güzel yanı dönüşteki şu manzaraydı. Tekrar söylüyorum, adalara üst üste gitmeyin, çok yorucu ve sıkıcı olabiliyor. Ayrıca mümkünse yalnız da gitmeyin, yanınızdaki flörtünüz olursa en güzeli..






8 Ekim 2013 Salı

Düğün dernek..

Ekim geldi çatttı. "Ekime Kadar" başlıklı yazımda (http://iskeledegunbatimi.blogspot.com/2013/06/ekime-kadar.html ) bahsettiğim düğün bu pazar günü gerçekleşti . Veeee bahsettiğim kırmızı elbiseyi giydim :)). Üstümde pek hayal ettiğim gibi durmasa bile dekoltesi güney afrikaya kadar uzanan kırmızı bir elbise giymiştim işte. Buna özgüven denir tamam mı? Birşey daha denir tabii de, onu burada gündeme getirmek istemiyorum :P. Şimdi o günün başına dönelim ve size maceralarımı anlatayım.


Sabah erkenden kalkıp bir güzel duşumu aldıktan sonra hemen gidip elbiseyi denedim. Bir ay önce üstüme olmayan elbise şimdi gayet rahat oluyordu. Şimdi iki sıkıntım vardı. Biri ayakkabı diğeri etol. Kırmızı elbiseye bir şey uydurmak zor. Burnu açık beyaz saten ayakkabılarım vardı ama hava soğuktu. Çorap giysem burnu açık ayakkabı olmaz. Çılgın Ruziye siyah giymemi önermişti. Hotiç'in yukarıdaki reklamında da gri seçtiğini görmüştüm. Son gün alış veriş yapmak zorunda kalmak cidden can sıkıcı.


İlk iş olarak doğruca Andromeda'daki MOS'a gidip manikür - pedikür işlerimi hallettim. Orada Meltem diye bir kız var. Çok temiz ve dikkatli iş yapıyor, öneririm.


Oradan çıkınca koştura koştura Cevahir AVM'ye gittim. Abiye ayakkabı yoktu, hiç uğraşmadım. Onun yerine etol aramaya başladım. Arkadaş ! bundan sonra kimse bana kabasın, çok argo konuşuyosun, yemek de yapamıyosun ıvır da zıvır da demesin. En azından etol'un ne olduğunu biliyorum. Alakasız bir yere de sormuyorum ki, abiye satan mağazalara giriyorum ve hep aynı muhabbet ;
 - Siz de etol var mı?
 - Ne tol?
 - Etol etol
 - ?
 - Hani üstünüze örtmek için, bolero gibi...
 - Aa.. bizde ondan yook.
Çaresiz vazgeçtim. Siyah pardösümü giyip gitmeye karar verdim. Kapıdan içeri girince hemen çıkartırım, uyumsuzluk çok dikkat çekmez diye düşündüm.


Hemen Etilerdeki kuaförüme doğru yola çıktım. Bıçkını Akmerkeze bırakmışken biraz da orada ayakkabı aradım ama orada da bir şey bulamadım. Sadece Penti de burnu olmayan çorap buldum. Artık karar verildi. Beyaz burnu açık ayakkabımı giyecektim, çorabımda olacağı için fazla üşümeyecektim. Aklımı seveyim :).
Oradan kuaförüme geçtim, saçımı ve makyajımı yaptırıp eve döndüm. Tam çorabımı giyerken tırnağım takıldı kaçtı. Tamam panik yok. Çünkü akıllı ben yedeğini de almıştım. Tam herşey yolundaydı ki .. cırrtt.. Laanett olsun... Koca dötlü pis şişkooo... Koca kıçımdan çorabı geçirirken son hamlede yine kaçtı. Vazgeçtim tamam vazgeçtim...çorap morap yok. Üşürüm anasını satiiim.  Elbiseyi ve ayakkabıları giyip boy aynasının karşısına geçtim. Aşağıdan yukarı doğru bakmaya başladım kii... Ooo - hooo - hooo - hoooo..


Ben gün boyunca ayakkabı , etol derdine düşünce hiç diğer taraflara dikkat etmemişim. Kafayı kaldırınca bir baktım Edi ile Büdü meydana çıkmış fink atıyor. Ne var ?! Arabasına isim takan birinin "onları" unutacağını mı sandınız ? Neyse, bu sefer evin içinde dört dolanıp firkete iğne aramaya başladım. Nereden baksanız yarım saat falan harcamışımdır. Nihayet bir yerden bulup çeşitli uğraşlar sonucu az da olsa dekolteyi birazcık kapattım ama yine de yeterli olmadı. Sonunda kel alaka bir fular bulup bağlamak zorunda kaldım.


Sabah erken saatlerde hazırlanmaya başlamış olmama rağmen yine geç kalmayı başarmıştım işte. Şansım varsa nikah saatine yetişebilirdim ama bu trafikte işim çok zordu. Düğün taa Kartalda. IPhone'nun yönlendirmesine güvenip kaybolmamak için dualar ederek yola koyuldum. 40 dakika sonra düğün salonunun önüne geldim. Hiç beklediğim gibi bir yer değildi. Kapının önündeki bir bekçiye seslendim
- Vale nerde?
- Ne nerde?
- Vale diyorum.. Arabayı kime bırakacağım?
- Abla otopark doldu. Bu saatte her yer boştur, bulduğun bir yere bırakıver.
- Ha iyi o zaman bıraya park edeyim
- Abla olur mu burası dükkan önü
- Dükkan önü?
- Salona giren çıkan var kapatmayalım
- İyi kapatmayalım, ben gideyim o zaman..
- He git abla, bak yukardaki sokakta yer vardır...

Bir tur atıp Bıçkını yakın bir yere bıraktım. İyiki pardesü giymişim. Bak gördün mü her işte bir hayır varmış. Öyle etolle falan hem donardım hem de Allah muhafaza... Girdim kapıdan içeri...Eeee ? Sağa sola baktım pardesümü bırakacak bir yer yok. Döndüm yine bekçiyi buldum
- Amca vestiyer nerde?
- Vestiyer yok kızım
- Pardesümü nereye bırakicaammm?!!
- Yanına alıcannn
- Haaa .. Alayım o zaman.

Kös kös merdivenlerden aşağı indim. şimdiden sıcak basmıştı. Fuları çıkarıp atasım geldi cesaret edemedim.
Arkadaşımın kız kardeşlerini görünce bizimkileri sordum, yönlendirdiler sağolsun. Hemen yanlarına gittim. Allahtan çok göz önünde bir yer değildi, anında attım fuları. Çok ortalarda görünmemeye çalışarak bir kaç saat oturdum.


Orada olduğum süre boyunca ister istemez kendi düğünümden anılara gidip geldim. Boğaza hakim bir mekanda Dean Martin ve Frank Sinatra döneminden şarkılar eşliğinde güzel bir yaz düğünüydü. Bazı arkadaşlarım "davul zurna yok, bu nasıl düğün" diye şikayet etmişti, zevkler farklı işte :). Şimdi düşündükçe fark ediyorum da, "O" nu pek yanımda hatırlamıyorum. O gün sadece ben ve misafirlerim vardı sanki... Kendi partimde eğleniyor gibiydim. Ara sıra yanıma gelip, "neredesin, seni arıyordum" dediğini hatırlıyorum :)

Bizimkiler yavaş yavaş gitmeye başlamıştı. Sevgili çekirgem ve eşide kalkmaya karar verince biz de kalktık. Eve dönerken yolda çekirge evine çay içmeye davet etti. Açıkçası saat geç olsa da çok nazlanmadım. Düğünlerden sonra içim bir buruk oluyor. Havam değişir diye düşündüm. Kapıdan içeri girince mis gibi kızartma kokusu geldi. Anammmm... Tabii salak ben, daha önce düğün salonunda düğüne gitmediğimden yemekli sanıyordum ve aç gitmiştim. O yüzden şimdi o koku nasııılllll güzel geldi.  Yavrum bi de kalkmış bana açıklama yapıyo... "aceleyle yemek yapıp hemen çıkmıştık da..bıdı bıdı..." Yahuu sus.. iki dakka şu kokuyu içime çekeyim ... mmmmm :)

Mis gibi çay ve güzel sohbetten sonra kalkıp mutlu bir şekilde evime gittim. Ertesi gün tatil olmanın verdiği huzurla biraz daha oturup belgesel izledim.Sonra da gittim uyudum.
Ve hikaye burada biter , hadi dağılın :P






3 Ekim 2013 Perşembe

Tatil Planları


Heyoooo...Şafak bir . Yarından sonra yıllık iznim başlıyor. 30 Ekim'e kadar iş yerinden uzak olacağım. Özellikle son 2-3 haftadır yaptığım iş işkence haline gelmeye başlamıştı. Bu tatil iyi gelecek.

Mesleğimi seviyorum ama şu andaki görev tanımını sevmiyorum. Sevgili koçum bir seferinde,  "Ee ama sen de hem sünnetçiyim diyosun hem de "şey" görmek istemiyorum diyosun, böyle olmaz ki " diye çıkışmıştı. Son zamanlarda bu lafı sık sık hatırlar oldum.


Evet ben sünnetçiyim..Aslında sorunlarla uğraşıp çözmeyi severim. Ama bazı şeyler var ki eline aldığında büyür büyür büyüüür... O zaman birileri gelir hesabını sana sorar. Anlatamazsın ki derdini, o şeyi ortaya çıkarana git sor diyemezsin bir tür türlü. İşte o zaman kökünden kesip atasın gelir, sorunu... Ne var ki her işin bir kuralı ya da izlemen gereken bir prosedürü olduğundan yapamazsın. Ondan sonra işin yoksa uğraş dur. Başka bir yöntem bulmak lazım ama ne? Tatilde biraz bunun üzerinde kafa yoracağım.


Hiç bu kadar uzun tatil yapmamıştım. Bu gibi zamanlarda hep boş otobüse binmiş gibi hissederim, hani nereye oturacağınızı bilemezsiniz ya.. Şimdi de zaman çok olunca acaba ne yapsam derdine düştüm. Sanırım önceliğim İstanbul gezilerimi yapmak olacak. Sonbaharda İstanbul çok güzel olur, gönlümce keyfini çıkarmak istiyorum.


Sırada okunmayı bekleyen kitaplarım var. Koçumcuğumun doğum günüm için hediye ettiği kitap gelince hepsinin pabucu dama atılmıştı. Eğer araya sıkıştırabilirsem bir de cinayet romanı bulup okumak istiyorum..şifa niyetine :)


Tabii ki sporu unutmuyoruz. Becerebilirsem kısa süreler bile olsa hem sabah hem de akşam yürümek istiyorum. Şöyle bir beden küçülsem de döndüğümde iş yerindekileri şaşırtsam fena mı olur? :). Bu arada bu hafta diyetisyenim olmadığı için detaylı ölçüm yaptıramayacağım.


Her ne kadar rejimde olsam da, nefsime hakim olup MSA'nın bazı workshoplarına da katılmayı düşünüyorum. Epeydir aklımdaydı. Ekim programları da hiç fena görünmüyor. Naughty girl bir seferinde bana, birini ayartmak için eve çağırıp makarna yapıp şarap içmeyi teklif etmemi önermişti. Yemek yapmayı bilmeden bu iş biraz zor, ona da bahane olur :P. Gerçi ona kalırsa ben umursuz vakayım, neyse.. :)


Kısa bir süreliğine Bozcaada'ya gitmeyi de düşünüyorum. Gidersem orada çok sevdiğim birini de ziyaret edeceğim. Bu gezi aynı zamanda benim cesaret adına yaptığım bir faaliyet olacak. Tabii eğer yaparsam... Bu konuda da Naughty girl geçen hafta içinde kanıma girdi. "Sen manyak mısın" diye başlayıp , uzun uzun vizesiz turlardan, en kolay ve hızlı şekilde yurt dışında nereleri ayarlayabileceğimden ve gittiğim yerlerde neleer neleeeeer yapabileceğimden bahsetti. Bu kızın acayip bir ikna kabiliyeti var. Eğer Hırvatistan dediği kadar varsa bir gidip tadına bakmak...aman şey yani.. bir gidip görmek isterim.

Planlar böyle ahali... Tatilde yazmak için daha fazla vakit bulacağım için tüm gelişmeleri buradan takip edebilirsiniz. Gördüğüm kadarıyla sevgili Arsız Böcük'ün  reklamı sayesinde girip göz atanların sayısında epey artış olmuş. Umarım tatil maceralarım da insanların ilgisini çeker :)