30 Kasım 2013 Cumartesi

Heyyooo


Adalet bakanlığının UYAP adı verilen bir sistemi var. Buna üye olursanız, sizinle ilgili bir mahkeme kararı ya da diğer adli işlemler olduğunda cep telefonunuza sms geliyor. Uzun zamandır beklediğim mesaj dün geldi. "Bilmem kaçıncı aile mahkemesinin bilmem kaç nolu dosyasına davalı olarak eklendiniz". Bu demektir ki, sevgili kocam nihayet üç yıllık bekleme süresinin bittiğini fark etmiş ve boşanma sürecini başlatmış. Şimdiki aklım olsaydı hiç bu kadar uzatmazdım ya, neyse artık geçen geçti. Önemli olan, o mesajı gördüğüm anda hissettiğim rahatlama duygusu. Kazanan Şirinlik Muskası olmaya bir adım daha yaklaştım, mutluyum :)


Bugün Naughty Girl'ün sevimli oğlunun birinci yaş gününü kutladık. Diğer arkadaşlarım da çocuklarını getirmişti. Bebek sevmeye doyamadım. Normalde bebekler beni pek sevmez. Kucağıma aldığımda hemen ağlamaya başlarlar. Minik Ege bu kuralı bozmadı sağolsun. Ama işin iyi tarafı herkese karşı aynı tepkiyi gösterdi. Boracık deseniz daha iki üç aylık zaten. İnsan ellemeye bile kıyamıyor. O genelde uyudu, pek ses çıkarmadı. Anne - babasına çaktırmadan biraz sarsıp uyandırmak istedim ama pek oralı olmadı velet. Beni asıl şaşırtan, doğum günü sahibi Efe'ydi. Kucağımda hiç sesini çıkarmaması yetmiyormuş gibi, bir ara başını koluma yaslayıp uyuma moduna geçti.


Böyle güzel bir şey görmüş müydünüz yaaa... Uzun süre kucağımdan inmedi. Bir ara dedesi almak istedi , gitmedi. En sonunda babası gelip aldı. Yoksa çocuğun gideceği falan yoktu, beni çok sevdi :) . Yani gerçeği öğreninceye kadar öyle sanıyordum. Meğer asıl sevdiği ben değil de Edi ile Büdüymüş. Herif tam da uyku modundayken bulmuş kocaman yumuşak yumuşak...töbe töbeee.. Kendimi kullanılmış hissediyorum. Erkeklerin hepsi aynı işte. Ulan el kadar bebe bile lannn... el kadar bebe bileee!!! :P .

27 Kasım 2013 Çarşamba

Biraz meraklanın...

Bugün ilk hikayeciğimi yazdım. Tamamen hayal ürünü. Yarın derste Mario amcaya okutacağım, bakalım ne yorum yapacak. Geçen sefer derste bir adam tarif etmişti. Vapurda karşımızda oturan bir adam. Takım elbiseli. Şık giyimli görünüyor ama yakından bakınca, takım elbisesinin epey yıpranmış olduğu fark ediliyor. Giydiği beyaz gömlek kirli gibi, renk almış artık. Kendisi hafif toplu. Kır saçlı. Yaklaşık 50-55 yaşlarında gösteriyor. Yanında bir evrak çantası var ve posta gazetesi okuyor. Ödev şu; bu adam kimdir? Hikayesi nedir? Bu sefer bilgisayarda yazdım.Eğer cesaret edersem belki yarından sonra buradan sizlerle paylaşırım.

Bugün bir de çok farklı bir deneyim yaşadım. İlerideki günlerde belki detaylarını paylaşırım. Şimdiden lafını edip biraz meraklandırayım sizi...

24 Kasım 2013 Pazar

Testosterondan nerelere...

Önce güzel haberi vermek istiyorum. Bugün diyetisyene gidip tartıldım veeeee... 87.2 kg :)))  O tartı 87 gösterecek dedim mi demedim mi? 200 gr fazlası var ama olsun. Hedef rakam göründü ya, bana yeter. Sonucu gördüğümüzde sevinç çığlıklarımız odadan dışarı taştı. Oranın koordinatörü olan Funda hanım var, kalktı geldi meraktan :) . Bu hafta yine sıkı bir diyet aldım ama sanirim geçen haftakine göre daha eğlenceli olacak. Üstelik bu gazla harfi harfine uygulayacağımı düşünüyorum. Bir bakarsınız gelecek Cumartesi 85 kg olurum.


Kadın milleti hakikatten manyak. Bir kaç kilo verdik diye sevinç naraları atıyoruz. Sadece o mu? Daha ne deliliklerimiz, kaprislerimiz, şımarıklıklarımız var. Bu akşam sinemaya gittim, "Testosteron" filmine. Bir kaç yıl önce tiyatroda izlemiştim ve çok beğenmiştim. Sinemada izlemek ayrı bir keyif verdi. Erkeklere bir kere daha acıdım. Aslında ne kadar saflar. Yoksa aptal mı desem? Çoğu zaman can yakan bir kadının peşinde oyuncak oluyorlar. Çok hain ve pislik erkekler de var ama onları öyle yetiştiren yine anneleri, yani yine bir kadın.

Bir zamanlar ben de o şımarık kadınlardan biriydim. Daha zayıf, genç ve biraz güzelken. Geçen sefer bahsetmiştim ya, benim ahretliğin doğum günüydü diye. O gün eşi çok güzel kırmızı gonca güller göndermişti.
Çok kıskandım ve özendim. Bunu arkadaşıma da söyledim. Döndü bana dedi ki,
- Ooo, kızım sana zamanında az mı geldi. Hatta taaa Kazaklara bile. Bir de şu Tuncayların arkadaşı vardı, kimdi O?... Hatırla bak


Doğruydu.. Hala boşanamadığım kocam, beni ayartmaya çalıştığı dönemlerde, Kazakistandaki otel odama kocaman kırmızı güller göndermişti. İlk tepkim "Salak!" demek  olmuştu." Üç beş güle kanacak kadar aptal mı sanıyor beni? Yanlış yoldasın oğlum. Hem ben karanfil seferim". Dönüşte hava alanında karşılamıştı. Oturmuş konuşurken beni sevdiğini söylemişti. O zaman yine içimden "Yuh Salak!" diye geçirmiştim. Daha ne kadar tanıyordu ki beni? Seviyorum kelimesini o kadar kolay sarf eden birinden iş çıkmaz diye düşünmüştüm. Ama yoğun iş zamanında arada eğlence oluyordu bana. O yüzden oyalayıp idare ediyordum. Nasıl oldu da sonradan kanıverdim, hiç hatırlamıyorum. Yukarıdaki çarptı herhalde.

Tabii yukarıdakinin çarpmasından önce Remzi'nin ahı da tutmuş olabilir. Remzi gerçek adı değil bu arada. Çok farklı bir ismi olduğu için ne olur ne olmaz diye burada yazmak istemiyorum, yazık. Hiç bir erkek canlısına ona yaptığım kadar eziyet etmedim galiba.

Eski iş yerinde, sabahlara kadar mesai yaptığımız yoğun bir dönemdi. O sıralar kafayı bozduğum adam Ingiltere'deydi. Feci asıldığım ve Cillop adını verdiğim diğer adamın sevgilisi vardı. Bana hiç yüz vermiyordu. Arkadaşlar arasında geyik muhabbeti yaparken, "Yok mu bana ayarlayacak bir arkadaşınız yaa!" diye şaka yollu takılmıştım. Bizim Tuncay sanki bu lafımı bekliyormuş gibi,
-Yaa, aslında bizim bir arkadaş var ama bilmem ki nasıl olur? dedi
- Ne demek nasıl olur? Bal gibi olur.. Nedir? Necidir? ... Başladım ahiret soruları sormaya. Baktım kafalı birine benziyor.
- Şimdi hemen git arkadaşına mail at, benden bahset, dedim. Eğer bana güzel bir buket çiçek gönderecek cesareti varsa vallahi onunla çıkarım.
Benim biraz kaçık olduğumu bildikleri için pek şaşırmadılar. Epey süre sonra bu arkadaş bir şekilde çok şık ve kocaman bir kırmızı gül kavanozu gönderdi. Eh, arkadaşta cesaret var madem, bir tanışalım di mi? Uzatmayalım, tanıştık falan... İdare eder kıvamda olduğu için bir iki kere görüşüp daha iyi tanımaya karar verdim. Hayatımın en kötü kararlarından biridir bu.


Yakın bir arkadaşım ve nişanlısını da alıp bir hafta sonu birlikte Sultanahmet civarına gezmeye gitmiştik. Amacım kankamla tanıştırmaktı. Neresiydi tam bilmiyorum, dolaşırken civardaki güzel manzaralı bir ilköğretim okulunun bahçesine girip banklara oturduk. Yan yana oturuyoruz ama adam bi ıkınıyo bi sıkılıyo. Bir süre sonra zoraki kolunu arkama doğru attı ama bankı tuttu. Bir süre bekledim kolunu omuzuma atar diye, tık yok. Aaaa... sıkıldım ama. Dayanamadım,
- Remzi ! Tahtayı tutmak daha mı hoşuna gidiyor? diye çıkıştım.
Zavallım neye uğradığını şaşırdı. Bir iki gak guk ettikten sonra kolunu omuzuma attı. Ah ulan atmaz olaydı, daha da çekmiyo... Bazen dar kaldırımda yürüyoruz falan. Ee bana geldiler yine.
-İstersen elimi tut , daha rahat yürürüz.
Bir ara bunu nişanlıya satıp kankamla yalnız kaldım. İki ara bir derede çekiştiriverdim. Kız zaten yol boyu gülmekten gebermişti.
- Yahu nereden buldun bu garibi. Harcarsın sen bunu, sal gitsin.
- Ben ne biliiim yaaa... bizimkilerin arkadaşı işte. Ya çok kibar bir beyefendi ya da daha önce hiç kız arkadaşı olmamış. Bu sefer hemen harcamayacağım, bir şans vereceğim
- Hadi ordan, bilirim ben seni...
Aradan zaman geçti. Biz bir çok kez görüştük. Ama hala bir aksiyon göremedik. Öyle ya, öpmediğim adama sevgilim demem ben. Sinir sinir dolanıyorum ortalarda. Bir akşam, nedenini hatırlamıyorum, arabada oturmuş sohbet ediyorduk. Bir yandan da bir yere gitmek için zaman geçsin diye bekliyorduk. Eh, ortam uygun. Bir girişimde bulunur artık herhalde diye umutlanmaya başlamıştım. Nerdeee ? Adam sadece güzel güzel konuşuyo. Hadi biraz cesaretlendireyim bari dedim, muhabbetin yönünü değiştirmeye çalıştım. Bana mısın demiyo... Yine dayanamadım
- Ayyhhh.. Bence bunları geç de bir öp artık Remzi!!!
Zavallım yine neye uğradığını anlamadan telaşla öptü. Acaba hangisi daha kötüydü bilemiyorum. En berbat öpüşme deneyimi yaşamış olmam mı yoksa, beni öptükten sonra "Teşekkür ederim" demesi mi? Vallahi abartmıyorum. Yemin ederim herif teşekkür etti yaaa... Donup kalmıştım.


Takdir edersiniz ki bu hikaye çok uzun sürmedi. Yaklaşık bir buçuk ay bu çocuğu idare ettim ama o süre boyunca da yapmadığım eziyet kalmadı. En son, "Öff Remzi !!! Burnumla ne işin var yaaa...?!! " diye çok fena azarladığımı hatırlıyorum. Nasıl bir şey olduğunu tarif bile edemeyeceğim. Sonra bir daha telefonlarını açmamıştım.
Şaşkın, arkamdan çok üzülmüş. Ortak arkadaşlarıma dert yanıp durmuş bir süre. Yazık, günah.. O kadar kötü muameleye rağmen, hala giden insanı düşünmenin anlamı var mı?  Meğer hep testosteronun suçuymuş.

Bunlar eskide kaldı. Çiçeklere özenmek sadece bir  anlık ... Ben artık eski ben değilim. Ne kilo, ne çekicilik ne de düşünce yapısı anlamında. Zaman içinde yaşadıklarım beni çok pis terbiye etti. Olur da bir gün hayatıma biri  girerse, muhtemelen dünyanın en şanslı adamı olacak.


21 Kasım 2013 Perşembe

Balık Muhabbeti



Gariptir, hep balık sevmem derim ama önüme konunca da hapur hupur yerim.
Çocukken Pazar günleri mutfak babama aitti ve mutlaka balık pişirilirdi. Yanında da çeşit çeşit muhteşem salatalar olurdu. En çok onları yemeyi severdim. Haliyle balıklar gelmeden önce karnımı doyurduğumdan önüme konulan porsiyonu bitiremezdim. Her seferinde de bu yüzden tartışma çıkardı. Babam özene bözene hazırladığı için herkes keyifle yesin isterdi. Öyle kalkıp da, ben bunu yemem diye mızıklanınca adamın tepesi atardı. Babam sert adamdır. Ben de çocukken pek bir gıcıktım. Babam kızdığı zaman inadına karşı gelirdim. Adamcağız iyice sinirlenir, boyun damarları şişer, kıpkırmızı olurdu. Bazen avaz avaz bağırırdı. Neymiş ? Balık yemiyormuşum.  Asıl mesele otoritesine karşı gelmemdi ya, neyse. Bir iki kere tepemden pet şişe uçmuşluğu bile var. Sağolsun babişkom pek hedefi vurmayı beceremez, yüksek astigmatı var :). Ahh ah, geçmiş zaman. Şimdi babam eve pek balık sokmaz. Kokusundan rahatsız oluyormuş. Çok isterse boğazda bir yerlere gider yeriz.


Balıkla barışık olmamamin mazisi muhtemelen çocukluğuma dayanıyor. Tıpkı Balık soğanına olan aşkım gibi. Yok böyle bir lezzet. Önüme kocaman bir tabak koysalar zevkle oturur yerim. Annem bu yüzden bana hep kızardı. "Nasıl genç kızsın sen? Hiç öyle soğan yenir mi?" Yenir annecim yeniirrr... Önce incecik doğrarsın. Sonra iyice tuzlayıp mıncıklarsın ve biraz öldürürsün. Yıkayıp şöööyle bir zeytin yağı , limon, sumak dökersinnn. Hele bir de çıtır çıtır ekmek varsa... Allaahh... Böyle bir keyif yapmayalı en az 15 sene oldu galiba. Salak mıyım ben ya ? Bu Cumartesi yapsam mı acaba? Pazar günü evdeyim nasıl olsa, kimseye randevum yok. Sonradan bir şey çıksa bile çok da fifi...


Bu balık muhabbeti nerden çıktı diye soranlarınız vardır belki. Bugün iş yerinden arkadaşlar balıkçıya gidelim diye tutturdular. Ben de istemeye istemeye peşlerine takıldım. Yeniköy'de Taka Balık isimli salaş bir yere gittik. Taburelere falan oturuyorsunuz. Hava güneşli ve çok güzeldi. Mekan acayip kalabalıktı. Biz de yaklaşık 15 kişi falandık. Sohbet de tatlı olunca aklım eskilere gitti işte.
Yediğim balık çok lezzetliydi. Bir çok arkadaşım ekmek arası söyledi ama ben porsiyon aldım ve 2 lokmacık ekmek dışında yaramazlık yapmadım. Öğleden sonra ahretliğin doğum günü vardı. İnce bir dilim pasta yedim. Onu yediğim için de akşam yemeği yemedim. Şimdi daha iyi anlamışsınızdır muhabbetin nedenini. Açııım !!!


20 Kasım 2013 Çarşamba

"Yazının Işığı Var"


Mario Levi bugün bana böyle dedi :),  "Yazının ışığı var, beğendim. Bu hikayeyi daha da genişletebilirsin "
Nezaket icabı ya da moral olsun diye söylemediğinden eminim. Çünkü onu tırmalayan yazılar okunduğunda bunu açıkça söyledi, hiç lafını esirgemedi.
Evet, tahmin edeceğiniz üzere bugün yine yaratıcı yazarlık dersim vardı. Geçen hafta verdiği yazı ödevini son güne bırakmıştım. Hangi türde yazılacağı, uzunluğu kısalığı önemli değildi. İçinde Hayat kelimesi geçmeliydi, o kadar. Yine bloga yazar gibi bir konu seçip yazmayı düşündüm. Ancak bu sefer gerçekleri yazmak beni zorladı. Hafta sonu koçumcumla bunun üzerine konuşmuştuk. Şimdi hayal kurmak için iyi bir fırsattı. Birden kelimeler dökülmeye başladı. Parmaklarım zihnimin hızına yetişemiyordu. Bugüne kadar yalan ya da uydurma diye adlandırıp uzak durduğum düşünceler, şimdi karşımda hikaye olarak duruyordu. Fena mı oldu yani ?Günün sonunda Mario amca yazımın ışığı olduğunu söyledi. Daha ne isterim ? Tabi ki daha fazlasını :)


Ders arasında biri Aret Vartanyan'ın yeni kitabından bahsetti. Mario amca kitabın ismini duyunca pek bir hoşuna gitti. "Aşk ve Çırılçıplak, birbirine ne kadar da yakışan iki kelime öyle değil mi?" diye sordu önce. Sonra devam etti. "Ürkütücü ama güzel ve hayatın anlamı".  Adam bunları söylerken öyle güzel bir ses tonu vardı ki, hayran olmamak mümkün değil. Zaten konuşurken hiç "ııı, iii" gibi duraksamaları olmuyor. Tane tane, her cümleyi hissederek, şiir gibi konuşuyor. Sohbeti çok keyifli. Birlikteyken zamanın geçmesini istemediğim böyle çok az insan var hayatımda. Keşke O da hep hayatımda olsa.  Piçiko olsa yine söylenmeye başlardı, "Aaa..sakın haaa...Onun arkadaşınız olmadığını unutmayın. Profesyonel hizmet alıyorsunuz, sınırınızı koruyun...bıdı bıdı vıdı vıdı...". Mario amcada bunu yapmak istemiyorum. Ahbap olmamak için bir neden görmüyorum. Belki bir gün yazar olurum, o da benim ustalarımdan biri olur... hayal bu ya :)




19 Kasım 2013 Salı

Açım Uleennn !!

Geçtiğimiz Cumartesi günü diyetisyenimden çok fena fırça yedim. Hatun sonuna kadar haklı. Ne öyle iki ileri bir geri ? Bir önceki hafta yağdan verdiğim 2.9 kilonun 1 kilosunu geri almışım. Bu hafta sırf protein diyeti verdi. Kahvaltıda bile ekmek yok, tam bir kabus. Bugüne kadar bozmadım. Çünkü iş bu sefer inada bindi. Önümüzdeki hafta o tartı en az 87 kg gösterecek.


"Bugüne kadar bozmadım" ifadesine bir açıklık getirmek istiyorum. Bizim iş yerinde bir arkadaş var. 20 gün önce bir bebeği oldu. Bugün onun şerefine herkese Güllüoğlundan çeşit çeşit baklava almış. Şimdi... Çocuk 10 yıllık arkadaşım. O kadar ikram etmiş, "Aaa yemeyecek misin?" diye sitem etmiş... yemezsem ayıp olmaz mı? Tabi ki çok ayıp olur. Hem bu amaçla tatlı yemek sevaptır.

Geçen gün bir arkadaş şöyle bir tez öne sürdü. Daha doğrusu medyum gibi biri varmış, o söylemiş. Dünyada her şey insanlar için varmış. Dolayısı ile istediğimizi yememiz gerekirmiş . Önemli olan yediğimizden pişmanlık duymamakmış. Pişman olmazsak kilo almazmışız.

Sevap ve pişmanlık mevzularını birleştirerek koca bir dilim baklavayı  iki ısırıkta mideye yuvarladım. Tanrıımmmm...o nasıl bir keyifti. Ne yazık ki 20 dakika sonra çok büyük pişmanlık duydum. Telafi etmek için akşam yemeği niyetine sadece ayran içtim ve 2 tane minik salatalık yedim. Şu anda açlıktan ölüyorum. En iyisi gidip uyumak. Bir an önce sabah olsun da ekmeksiz de olsa kahvaltı yapayım.. ühüüüü







16 Kasım 2013 Cumartesi

Koçluk Eğitimi


Hafta sonu ile birleşen eğitimleri pek bir severim. Hele o eğitim sadece 1 günlük ise tadından yenmez.

Sabahın köründe Taksime gitmek üzere yola çıktım. Çok uzun zamandır iş günü o saatlerde birinci köprüden geçmemiştim. Trafik çok kötüydü ama hiç keyfimi bozmadan, radyoda çalan şarkılara eşlik edip dans ederek Taksime vardım. Arkadaşlar yakın olur diye Haber Türk'ün otoparkına gitmemi önermişti. Point oteli biraz geçtikten sonra, durup birine yerini sordum. Gençten bir adamdı, bön bön baktı yüzüme. "Abla kocaman bina işte, karşındaaa " dedi. Meğer tepesinde kocaman Haber Türk yazıyormuş.  Ne biliiim lan ben!! Ben yola bakıyorum, havaya değil. "Sağol, hadi hadi... " diyerek gittim park ettim. Bu arada otoparkı pek sevmedim. Park yerleri dar. Üstelik ödeme yapmak için illa P1'e uğramanız gerekiyor.


Eğitimin konusu, koçluk ve kişilerin gelişimiydi. Her ne kadar böyle bir konunun bir güne nasıl sığacağını anlayamasam da, eğitime başlarken oldukça hevesli ve heyecanlıydım. 1 Yıldır aldığım koçluk olayının arkasındaki sırları öğrenebilecektim artık. Bakalım ne taktikler kullanılıyormuş, ne psikoloji oyunları dönüyormuş !

Eğitim ilerledikçe hayal kırıklığına uğradım. İster istemez hocayı koçumla kıyaslamaya başladım. Tamam, slaytlarda anlamlı bir şeyler yazıyordu. Ancak hocanın bu slaytlara yaptığı yorumlar biraz daha farklıydı sanki. Üstelik benim daha önce internetten araştırıp okuduklarımdan da biraz uzak gibiydi. Olay koçluktan çok, eğitimcinin eğitimi gibi bir şeye döndü. Her yorumu için bunu söylemek haksızlık olur belki ama bir kere gözüme battı ya... Hoca yandı bitti kül oldu.

Anladım ki bu koçluk işi her yiğidin harcı değil, orası kesin. Yanlış biri ile çalışırsanız hayat sizin için belki kabusa bile dönebilir. Kendimi bir kere daha şanslı hissettim. Bir ara dayanamayıp koçumcuğuma mesaj attım ve benim gözümde bir melek olduğunu söyledim. Aslında kanatsız melek diyecektim de bu adamın sağı solu belli olmaz. Bakarsın kanatlarım da var diyerek sırt kanat kaslarını gösterir, "Buna Latissimus Dorsi deriz biz " falan diye de hava yapar.. gerek yok :)

Eğitimin sonunda  bize bir de koçluk belgesi verdiler, şaka gibi. Aldığım belgeyle birlikte harika bir Taksim - Karaköy - Kabataş - Beşiktaş - Boğaziçi Köprüsü trafiğine girdim. 16:20 civarı çıktığım taksimden 19:05'te evime dönebildim. 

Görüldüğü üzere ben yine bitişi bağlayamadım. Ama bunları da aşacağım sevgili takipçilerim. Az sabredin, henüz o konuları işlemedik...





13 Kasım 2013 Çarşamba

Mario Levi ile Yaratıcı Yazarlık Atölyesi


Bu akşam yaratıcı yazarlık kursunun ilk dersine girdim. Gün boyunca endişe içindeydim. Aklımda saçma sapan sorular dolanıp duruyordu.
- Şimdi ben adama nasıl hitap edicem? Hocam, Mario bey, Bay Levi ?!!!
- Ne yazıyorsun derse ne dicem ? Blogum var, götten boktan bahsediyorum ... süper
- Bugüne kadar yaratıcılık adına verebileceğin en iyi örnek nedir ? diye sorarsa... İngilizce "Behavior" kelimesini "Be hey hıyar" olarak okumak mı dicem ? (Hikayesi uzun, belki başka zaman anlatırım)

Oysa ders hiç de endişe ettiğim gibi geçmedi. Tam tersine son derece keyifli ve heyecan vericiydi. Aptalca cevap verdiğim tek şey, Mario amcanın "Yazmak konusunda en büyük eksikliğimiz ne olabilir?" sorusuna "kalemimiz olmayabilir" şeklinde cevap vermem oldu. Allahtan onu da fısıltıyla söyledim de duymadı.

Derste en çok hoşuma giden, "Öldürmek, Özgürleşmektir" sözü oldu. "Yazmak için size engel olan bütün korku ve endişelerinizi öldürün" dedi. "Önce üzülür, pişmanlık duyarsınız ama sonra zevk almaya başlarsınız. Sonunda da kendinizi özgür hissedersiniz..."  Bu aslında başka bir çok şey için de geçerli değil mi?
Hoşuma gitmeyen tek şey ise, katılımcıların hepsinin bayan olmasıydı. Koskoca memlekette yazarlığa merak salmış, hoş, akıllı,  e hadi bi de esmer adam yokmuş be ya ! Sinir bozucu...

Dersin sonunda "Yazmak, soyunmaktır. Soyunmaya hazır mısınız?" dedi. Valla cevap vermemek için kendimi zor tuttum. Umarım bu 6 haftalık süreci dersten kovulmadan tamamlayabilirim.  Belli mi olur, bakarsınız çok ileride ünlü bir yazar olurum. Sizler de "Ben onun blog yazdığı zamanları bilirim" diyerek hava atarsınız .. Kısmet :)





8 Kasım 2013 Cuma

Ilk hafta raporu

Yaklaşık 1 aylık tatilden sonraki ilk iş haftası nihayet bitti. Son gün eğitim vardı, yarın da ne yazık ki tüm gün eğitimle geçecek. Hafta boyu bazı nedenlerle işten geç çıkmak zorunda kaldım ve çok yoruldum. Ama hala kendimi deli gibi mutlu hissediyorum. Hala tatil modundan çıkamadığım için mi böyleyim yoksa bende bir şeyler gerçekten değişmeye mi başlıyor, işte onu çözemiyorum.


Bu akşam eğitim sonrası diyetisyenime gittim. Inanılır gibi değil! 1 haftada yağdan 2.9 kg vermişim. Tatildeki günahlarım ufaktan affediliyor anlaşılan :) . İş yerindeki yoğunluk yüzünden hiç spor yapamamıştım. Önümüzdeki hafta spora da başlayabilirsem harika olacak.


Diyetisyenden sonra canım değişik bir şeyler yapmak istedi . Arkadaşlarla ayarlanmış bir program yoktu, yine tek kalmıştım. Tek başıma sinemaya gittim, "Last Vegas" . Film geyik meyikti ama tek başına sinema olayı beni iyice sarmaya başladı :)


Pazar günü eğer bir aksilik olmazsa kitap fuarına gitmek istiyorum. Gidersem , yine şehirler arası yolculuk yapmış sayılabilirim. Acaba oralara kadar gitmişken öğle yemeği için Tekirdağa uğrayığ köfte mi yesem ? Ne gereği vardı TÜYAP'i o kadar uzaklara götürmenin bilmiyorum. Eskiden ne güzel taksimdeydi. Fuar boyunca bir kaç defa gitme imkanım olurdu.

Kasımın 10'u yaklaştı. Büyük kararlar vermek üzereyim. En çılgınca olanı da yabancı bir ev arkadaşı edinme fikri sanırım. İnanması çok zor ama bu fikir annemden çıktı. Gerçi kadıncağızın aklındaki, çıtı pıtı, temiz yüzlü, gözü açılmamış bir bayan master öğrencisi modeli. Ama benim pek öyle kısıtlarım yok, kızlı erkekli her türlü kabulüm. Gözü açılmamış kısmı hariç tabi :P .



2 Kasım 2013 Cumartesi

Ne Virüsmüş Arkadaş !!!


Baştan uyarıyorum, midesi kaldırmayan okumasın...
Uzun bir tatilden sonra Çarşamba günü ilk iş günüme başladım. Sabahtan başlayan acayip bir mide bulantısı vardı. Bünye alışmadı herhalde diye pek üstünde durmamıştım ama öğlene doğru ateşim de iyice artmaya başlayınca mecburen eve döndüm. Akşam dayanamayıp Çılgın Ruziye'yi aradım ve beni hastaneye götürmesini rica ettim. İşten dönüyormuş, yoldaymış. Hazırlanmamı, gelip alacağını söyledi. Epey bir süre siyah mı, mavi mi, mor mu, kırmızı mı giysem diye düşündüm. Ee hazırlan dediiii... Hem hasta bile olsam bazı şeyler ihmale gelmez. Ya doktor yakışıklıysa ?!! Ne de olsa ilk izlenim önemli.
Acile vardığımızda beni bir bölmeye aldılar. Önce gençten bir erkek hemşire geldi. Tansiyonuma falan baktı, tahlil için kan aldı. Bir süre sonra doktorun ayak sesleri duyuldu heyecanla beklerken birden perde açıldı veeee... Aamaaaannn bu ne yaaa... orta yaşlı, tipsiz, karizmasız, sıradan bir doktor. Geldi muayene etti. Şikayetlerimden virüs olabileceğini söyledi. O yüzden benden bir de "gayta" örneği istedi. A-aaa ne ayıp.. Ben o kadar özene bözene giyinmişim, sen utanmadan bana gayta falan diyosun.  "Yok arkadaş" dedim, "Kalmadı. Üstünüze afiyet sabahtan fena cırcır olmuştum ama öğlenden beri faaliyet yok." . Adam hiç istifini bozmadan, "muayene ederken bağirsaktan sesler duydum, faaliyet devam edecek, siz denemeye çalışın" dedi. Ayyyy ne ayıııppp...Terliğin olsa kafasına atarsın, o derece.


Neyse, koca bir şişe serum ve antibiyotik verdiler. Kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. 1 saat kadar sonra doktor, elinde kan tahlili sonuçlarıyla geri döndü.
- Gayta tahlili verememişiz
- Yok, veremedik. Dedim ya, çıkmıyo..
- Kan tahlillerine göre virüs var..vıdı vıdı vıdı.. ama gayta olmadığı için ne tür bir virüs olduğundan emin olamıyoruz. Keşke verebilseydiniz
- Ya keşke..
O kadar serum ve antibiyotiğe rağmen 3-4 gün şikayetlerimin devam edeceğini söyledi ve bana o an için iki günlük rapor verdi. Ertesi gün gayta örneği getirmemi istedi, o zaman bir günlük daha rapor verecekmiş. İşe bak yaaa. Böyle boktan bir meselenin pazarlık konusu olacağı hiç aklıma gelmezdi.

Ertesi gün aksam üstüne kadar bekledim ama doktor amcaya gayta örneği temin edemedim. Ama gidip raporu uzatmam da gerekiyordu. Çünkü kendimi çok halsiz hissediyordum, tüm eklem yerlerim ağrıyordu, ateşim vardı ve o halde ertesi gün işe gidemezdim. Güç bela gittim hastaneye. Benimle ilgilenen doktor o gün yokmuş. Durumumu anlattım, başka bir doktor bakıp rapor verdi. Bu arada ben raporu beklerken, en son görmeyi umduğum başka bir doktoru gördüm... Dr. ihtiyar hassas kantar.. Beni tanımasın diye hemen elimle yüzümü gizlemeye çalıştım. Allahtan çabuk gitti. Bilen bilir. Bu senenin başında yine dötümden kaynaklı küçük bir sorun yaşamıştım. "Gayta"mı yaparken kanama oluyordu. Bu amcaya kontrole gittim. Amca beni yanlamasına uzandırdı..Döt muayenesinde usül böyleymiş. Sonrada işaret parmağıyla tek löpümü kaldırıp "Hımmm..yaklaşık bi on kilo vermeniz lazım." dedi !!! Ne hassas parmakmış ?! Bu hastanenin doktorları hepten çatlak. Haa..bir de çok fena ahları tutuyor. Eve gittikten sonra o bağırsak faaliyetleri bir başladı...aman Tanrım, durdurabilene aşk olsun.

Merak edenler için, şimdi biraz daha iyiyim. Halsizlik devam ediyor ama en azından ateşim kalmadı.