21 Aralık 2013 Cumartesi

Çılgın Gibi Dans Et !



Korkunç bir hafta geçirdim. Hani deli gibi çalışırsınız ama dönüp baktığınızda bir arpa boyu yol gidemediğinizi görürsünüz ya.. Bir de yaptıklarınızı kimse görmez ya da beğenmez. Hep daha fazlasını isterler. İşte iyice delirdiğiniz andır o. Her şeyi bırakıp gitmek istersiniz ama yapamazsınız. Son zamanlarda bu gibi bir ruh haline girdiğimde yeni değişim objeme bakıp sakinleşmeye çalışıyorum. Bu hafta o da işe yaramadı. Perşembe günüydü, daha bismillah,sabah yerime oturmadan üst üste sorunlar gelmeye başladı. Baktım sinirlenmemek için hiç bir yöntem işe yaramıyor, penceremden boğaza doğru bakıp , "Koçum olsa şimdi ne derdi?" diye düşünmeye başladım. Tabi hemen cevabı buldum, "İlaçlarını almaya devam ediyor musun?" . Offf, evet yaaa... Bir süredir ilaçlarımı düzenli içmeyi unutuyorum. Aslında bu güzel bir gelişme, çünkü unutkanlığım ihtiyaç duymamaktan kaynaklanıyor. Neyse , prozac sayesinde haftayı kazasız atlatabildim.


Haftanın yorgunluğundan bu sabah biraz zor uyandım. Yapılması gereken bir sürü işim olduğunu bildigimden canım hiç yataktan kalkmak istemedi. Saate bakmak için telefonuma uzandığımda Foursquare'den bir kaç bildirim geldiğini gördüm. Koçum spora gitmiş. Hımm.. Demek ki sabah körü kanatlarını güçlendiriyor diye düşündüm. Aklıma City of Angels 'daki o sahne geldi. Hani kargalar b*kunu yemeden sahilde dizilip ayin yaparlardı ya. Bu arada o filme bayılırım, 10 kere izlemişimdir herhalde. Sonra Mr.Harley'in bildirimi gözüme çarptı. O da rüyasında görmüş galiba, sahilde koşu yapıyormuş. Eminim Arsız Böcük de Küçükkuyu sahillerinde sabah yürüyüşünü yapıyordur diye geçirdim içimden.O sırada bir bildirim daha geldi. Arkadaşlarımdan biri "Spor sonrası masaj keyfi" diye yazmış. Nooluyor yahuu ?!! Herkesin sabah sabah enerjisi yerinde bakıyorum. Sonra kendimden utandım. Asıl spor yapması gereken benim ama miskin miskin yatıyorum.


İsteksizce kalktım. Ev acayip dağınıktı. Biraz şunları toplasam iyi olur diye düşündüm. Bir yandan da evde ses olsun diye televizyonu açtım. Güzel, hareketli bir şarkı çalıyordu. Eşyaları toparlarken hafif hafif dans etmeye başladım. Baktım hoşuma gidiyor, televizyonu kapatıp IPhonumu açtım. Epeydir kullanmadığım stereo kulaklıklar müthiş ses veriyordu. İçim kıpır kıpır olmuştu. Sesi sonuna kadar açıp evin içinde deli gibi dans etmeye başladım. Tabii ona dans demek için bin şahit lazım. Atlıyorum, zıplıyorum, koşuyorum, dönüyorum... Dans figürleri deseniz, korkunç...


Birisi o halimi görse gülmekten yerlere yapışırdı muhtemelen. Ama umurumda mı? Tabii ki hayııır :) .Yine keyfim yerine gelmişti. Yaklaşık 1 saat aynı tempoda dans ettim. Komşular deli olmuştur herhalde. Seksen yedi kilo birinin zıplarken sabah sabah çıkardığı sesi düşünebiliyor musunuz?

Anlayacağınız bu sabahki sporum dans etmek oldu. Güzel bir duştan sonra şimdi kendimi daha canlı hissediyorum. Ara sıra bunu tekrarlasam iyi olur. Kötü ruh hallerinde uygulayabileceğim bir faaliyet daha bulduğum için çok mutluyum. Reçeteme ekliyorum, "Çılgın gibi dans et !" ..
Şimdi koca bir gün beni bekliyor. Biriken işler beni korkutmuyor çünkü keyfim acayip yerinde. Umarım sizler için de harika bir hafta sonu olur...

15 Aralık 2013 Pazar

Prenses Olacağım.. !


Geçtiğimiz hafta boyunca kar nedeniyle Çılgın Ruziye ile işe gidip geldim. Malum, hala kış lastiğim yok. Borusan tek bir lastiğe yaklaşık 400 kağıt istediği sürece de pek olamayacak gibi. Çılgın Ruziye berbat bir şoför. Sinyalsiz sollamalar, gereksiz kornaya basmalar,ona buna sinirlenip bağırmalar... Sabah sabah yaşadığım korku ve gerginlik yüzünden tüm hafta işe yorgun başladım . Yetmiyormuş gibi hafta ortasında mecburiyetten onun arkadaşları ile buluşmak durumunda kaldım. İşin bitince beni alırsın desem de kabul etmedi, zorla peşinden sürükledi. Allahtan ikisi de şeker adamlar. Ne yazık ki sohbetleri beni pek sarmadı. Erkek muhabbeti denen şeyden eser yoktu.

Genç olanı sevgilisinden yeni ayrılmış. Ne olsa konuyu hatuna getirip aşk acısı içinde eski hikayelerini anlatıyordu. Erkeklerin bu haline çok üzülüyorum. Giden gitmiş sen yenilere bak... Sırasını bekleyenlere şans vermek lazım, diii mi ama? Bir ara kar, tatil ve gezip tozmadan bahsedildi. Bizim delikanlının aklına, geçen kış sevgilisiyle yaptıkları tatil geldi ve yine dertlenmeye başladı. Çılgın ve diğer ağır abi, ne yapsak da lafı değiştirsek diye  telaşla birbirlerine bakıyordu. Artık dayanamadım. Birden bire yüksek sesle "Karı severim ama donsuz olursa" dedim. Hepsi sustu... Bir süre öylece bakakaldılar. Sonra hep bir ağızdan, yaptığım esprinin ne kadar kötü olduğunu, bana hiç yakışmadığını söylemeye başladılar. Genç olanı "Murat, tur at" gibisinden salak espriler yaparak, benim söylediğimin buna ne kadar benzediğini anlatmaya çalıştı. Ağır abi, "Bunu bizim yanımızda söyledin tamam ama başkalarının yanında sakın haaa" diye öğütlere başladı. Ama bir yandan da cep telefonuna söylediğimi not etmeyi de ihmal etmedi. Fena daraldım. "Bi s*ktirin gidin lan" diyesim geldi. Sayemde konu dağılmıştı işte, çocuk derdini unutuverdi, daha ne istiyonuz...


Ertesi sabah Çılgın Ruziye bana fırça kaymaya başladı. Hanım hanımcık olmalıymışım. Böyle kaba hareketleri bırakmalıymışım. Sonra asıl vurucu lafı söyledi. Eğer hayatımın beyaz atlı prensini bulmak istiyorsam prenses gibi davranmalıymışım.
Eyvahlar olsun ! Dediği gibi Mösyö Silhouette 'e kavuşmak için prenses gibi olmam gerekiyorsa... İşte şimdi sıçtık. En az on yıldır erkeklerin yoğun olduğu bir ortamda çalışıp mutasyona uğradıktan sonra nasıl bir prenses olabilirim ? Aynı gün bunu bir denemeye karar verdim. Akşam üzeriydi. Sevgili Şehir Öküzü ile konuşurken birden bir laf atıverdi . Normalde lafın altında kalmaz, güzel bir cevap verirdim. "Bu sefer sana uymayacağım" dedim, "Ben artık bir prensesim, sana  cevap vermeyeceğim". Önce alaycı bir şekilde yan yan baktı. "Büyük iddialarda bulunma, yapamazsın" dedi :( .Muhtemelen şakasına söyledi ama her şakada bir gerçeklik payı olduğunu unutmamak gerekir.

Belki şu halimle işim zor ama bir yerden başlamak lazım. Kendime Fionayı örnek almaya karar verdim. Dış görünüş ya da hareketler ne olursa olsun, prenses olmak ruhunda varsa her zaman beğenilirsin. Demek ki işe ruhumu temizlemekten başlamalıyım. İyi de nasıl?


Belki hakkıma razı olup kendime bir Shrek bulmalıyım. Yoksa ölene kadar prensim gelecek diye bekleyebilirim. Zaten öyle çok yakışıklı biri olmasına gerek yok. Bana sözünü dinletebilen güçlü, akıllı ve iyi biri olsun yeter. Bir de güler yüzlü olsun. Şey.. bir de bön bön bakışları olmasın. Tamam bu son.. bir de çok cılız olmasın, şööyle hafif adeleli filan..


Neyse.. Bu prenseslik macerası nasıl devam edecek birlikte göreceğiz. Gelişme olunca anında haber veririm zaten.
Bye..

8 Aralık 2013 Pazar

Söyledim gitti..

Çok yoğun bir hafta geçirdim. yapmayı planladığım işlerin dışında ele almam gereken bir çok başka acil ve önemli iş çıktı. Mesaiye kalmak bile yeterli olmadı. Oysa işler bir kenara, yıl boyu gösterdiğim olumlu gelişmeleri anlamlı ve ölçülebilir bir şekilde toparlayıp patronuma sunmam gerekiyordu. Amacım maaşımda iyileştirme istemekti. Haftanın sonuna kadar zar zor hazırlıklarımı tamamladım. Bu sefer de patronun boş vaktini yakalamak mümkün olmadı. Adam o kadar yoğun ki.. 30 sn, bilemedin 1 dakika dikkatini çekip bir şey söyleyebilirseniz şanslısınız. Geri kalan sürede ya araya biri giriyor, ya telefonu çalıyor, ya bir toplantıya yetişmesi gerekiyor ya da...bidi bidi bir şeyler işte. Yok yok yok, adamın zamanı yok...


Susan Miller'ı bilirsiniz. Dünyaca ünlü bir astrolog. Çoğu zaman nokta atışı yorumlar yapıyor. Burcumun bu ayki yorumunda zam, terfi vb bir isteğiniz varsa altı aralık'a kadar yapmalısınız diyordu. Yoksa Mars burcumdan çıkacağı için uzunca bir süre tekrar şansım olmayacakmış. Cuma akşamı mesai bitti, saat epey ilerledi. Baktım hala patron çok yoğun, pazarlama bölümündeki arkadaşlarla bir şeyler çalışıyorlar. Kalktım gittim yanına. Önce bir halini hatırını sordum. Altından ne çıkacak der gibi bakmaya başladı.
- Patron ! Bugün ayın altısı. Artık size çok önemli bir şey söylemem lazım. Yoksa geçti gitti, dedim.
Evet, ilk yedi sekiz saniye içinde dikkatini çekmeyi başarmıştım. Tüm alıcılarını açmış dikkatle beni dinliyordu. Geri kalan 20 saniyemi çok iyi kullanmalıydım, devam ettim.
- Susan Miller diyor ki, zam, terfi, prim ... Ne beklentiniz varsa mutlaka ayın ilk altı günü içinde patronunuza söyleyin. Zamanım dolmadan ben de size söylüyorum işte. Aklınızın bir kenarına yazın.
Adamcağız önce bir sersemledi.
- Suzan İleri kim yahu
- Suzan değil, Susan Miller. Aaa, tanımıyor musunuz? Hani şu ünlü astrolog.
Gülmeye başladı, sanırım sinirden..
- Arkadaşım, sizi bana sayıyla mı veriyorlar?
- Valla ben onu bilmem patron. Söyledim işte benden çıktı. Şimdi bu gece sizin içinizde ilahi bir şeyler olacak, bir ışık yanacak...Şirinlik Muskasına iyi bir zam, iyi bir prim vermeliyim diye düşüneceksiniz. Gerisi artık sizin probleminiz.
Şimdi size bu anlattığım garip ve yapılmaması gereken bir hareketmiş gibi gelebilir. Patronum geçen hafta içinde terfi aldı. Kendisini tebrik ettiğimde içten bir gülümsemeyle "Darısı senin de başına" demişti. Yani bu konuşmaya yapma cesaretini bana bizzat kendisi verdi. İyi ki söyledim, pişman değilim. Bir gelişme olursa mutlaka size de haber vereceğim ;)


Hoh hoh !


Hoh hoh... Hoolooskooo... Hoh... Siz de kokuyu alabiliyor musunuz? Tanrım! Neden böyle bir şey yaptım ki? Kaç kere dişlerimi fırçaladım. Süt içtim. Üç - dört tane Freshies yuttum. Bana mısın demedi yahu. Biliyorsunuz günlerdir soğan salatası aşeriyordum. Nihayet bu öğleden sonra büyük bir keyifle yapıp mideye indirdim. Gelin görün ki şu saat oldu, hala kokusunu üstümden atamadım. Aksi gibi soğan yeme cesaretini, tüm pazar gününü evde geçirmeyi planladığım için gösterebilmiştim. Nasıl olsa kimse ile irtibatım olmayacaktı. Yarın temizlikçi kadının geleceğini yeni hatırladım. Offf.. Rezil olacağım kadına. Ben en iyisi onu eve aldıktan sonra anneme kaçayım. Ne de olsa annedir, koksa da yavrum der bağrına basar. Yani.. İnşallah...

Bu arada, bugün diyetisyene gitmiştim. 1.3 kg daha vermişim. Önümüzdeki hafta spora gitme işini de sıkı tutarsam, yılbaşına kadar 80 kiloya inerim belki. Hadi bilemedin 83 .. Gerçi 85'e de razıyım ama... yok yok 80 iyidir, hedefi büyük tutmak lazım.


1 Aralık 2013 Pazar

Kanyonda Caz

Kanyonda Caz etkinliklerine bayılıyorum. Her ay bir sanatçı ücretsiz konser veriyor. Bu ayın konuğu Meltem Ege 6'tet idi. Bir kaç ay önce Nardis'te ilk defa dinlemiştim ve bayılmıştım. Hatta sizlere de bahsetmiştim. Yine müthiş bir performans sergilediler. Ara verdiklerinde benden hiç beklenmeyecek bir şey yaptım. Önder Focan, Meltem Ege ve Ferid Odman'in yanlarına gidip birlikte fotoğraf çektirmeyi teklif ettim. Üçü de çok şekerdi. Hiç itiraz etmeden büyük bir sevecenlikle kabul ettiler. Şimdi düşünüyorum da, keşke hazır fotoğraf çekmeyi kabul etmişken bir de,  "Ay şirin şey seni " diyerek Feridciğimin yanağından makas alsaymışım. Yalan mı yani, şu gülüşe bakar mısınız? Neyse, o da bir sonraki sefere inşallah... :P


30 Kasım 2013 Cumartesi

Heyyooo


Adalet bakanlığının UYAP adı verilen bir sistemi var. Buna üye olursanız, sizinle ilgili bir mahkeme kararı ya da diğer adli işlemler olduğunda cep telefonunuza sms geliyor. Uzun zamandır beklediğim mesaj dün geldi. "Bilmem kaçıncı aile mahkemesinin bilmem kaç nolu dosyasına davalı olarak eklendiniz". Bu demektir ki, sevgili kocam nihayet üç yıllık bekleme süresinin bittiğini fark etmiş ve boşanma sürecini başlatmış. Şimdiki aklım olsaydı hiç bu kadar uzatmazdım ya, neyse artık geçen geçti. Önemli olan, o mesajı gördüğüm anda hissettiğim rahatlama duygusu. Kazanan Şirinlik Muskası olmaya bir adım daha yaklaştım, mutluyum :)


Bugün Naughty Girl'ün sevimli oğlunun birinci yaş gününü kutladık. Diğer arkadaşlarım da çocuklarını getirmişti. Bebek sevmeye doyamadım. Normalde bebekler beni pek sevmez. Kucağıma aldığımda hemen ağlamaya başlarlar. Minik Ege bu kuralı bozmadı sağolsun. Ama işin iyi tarafı herkese karşı aynı tepkiyi gösterdi. Boracık deseniz daha iki üç aylık zaten. İnsan ellemeye bile kıyamıyor. O genelde uyudu, pek ses çıkarmadı. Anne - babasına çaktırmadan biraz sarsıp uyandırmak istedim ama pek oralı olmadı velet. Beni asıl şaşırtan, doğum günü sahibi Efe'ydi. Kucağımda hiç sesini çıkarmaması yetmiyormuş gibi, bir ara başını koluma yaslayıp uyuma moduna geçti.


Böyle güzel bir şey görmüş müydünüz yaaa... Uzun süre kucağımdan inmedi. Bir ara dedesi almak istedi , gitmedi. En sonunda babası gelip aldı. Yoksa çocuğun gideceği falan yoktu, beni çok sevdi :) . Yani gerçeği öğreninceye kadar öyle sanıyordum. Meğer asıl sevdiği ben değil de Edi ile Büdüymüş. Herif tam da uyku modundayken bulmuş kocaman yumuşak yumuşak...töbe töbeee.. Kendimi kullanılmış hissediyorum. Erkeklerin hepsi aynı işte. Ulan el kadar bebe bile lannn... el kadar bebe bileee!!! :P .

27 Kasım 2013 Çarşamba

Biraz meraklanın...

Bugün ilk hikayeciğimi yazdım. Tamamen hayal ürünü. Yarın derste Mario amcaya okutacağım, bakalım ne yorum yapacak. Geçen sefer derste bir adam tarif etmişti. Vapurda karşımızda oturan bir adam. Takım elbiseli. Şık giyimli görünüyor ama yakından bakınca, takım elbisesinin epey yıpranmış olduğu fark ediliyor. Giydiği beyaz gömlek kirli gibi, renk almış artık. Kendisi hafif toplu. Kır saçlı. Yaklaşık 50-55 yaşlarında gösteriyor. Yanında bir evrak çantası var ve posta gazetesi okuyor. Ödev şu; bu adam kimdir? Hikayesi nedir? Bu sefer bilgisayarda yazdım.Eğer cesaret edersem belki yarından sonra buradan sizlerle paylaşırım.

Bugün bir de çok farklı bir deneyim yaşadım. İlerideki günlerde belki detaylarını paylaşırım. Şimdiden lafını edip biraz meraklandırayım sizi...

24 Kasım 2013 Pazar

Testosterondan nerelere...

Önce güzel haberi vermek istiyorum. Bugün diyetisyene gidip tartıldım veeeee... 87.2 kg :)))  O tartı 87 gösterecek dedim mi demedim mi? 200 gr fazlası var ama olsun. Hedef rakam göründü ya, bana yeter. Sonucu gördüğümüzde sevinç çığlıklarımız odadan dışarı taştı. Oranın koordinatörü olan Funda hanım var, kalktı geldi meraktan :) . Bu hafta yine sıkı bir diyet aldım ama sanirim geçen haftakine göre daha eğlenceli olacak. Üstelik bu gazla harfi harfine uygulayacağımı düşünüyorum. Bir bakarsınız gelecek Cumartesi 85 kg olurum.


Kadın milleti hakikatten manyak. Bir kaç kilo verdik diye sevinç naraları atıyoruz. Sadece o mu? Daha ne deliliklerimiz, kaprislerimiz, şımarıklıklarımız var. Bu akşam sinemaya gittim, "Testosteron" filmine. Bir kaç yıl önce tiyatroda izlemiştim ve çok beğenmiştim. Sinemada izlemek ayrı bir keyif verdi. Erkeklere bir kere daha acıdım. Aslında ne kadar saflar. Yoksa aptal mı desem? Çoğu zaman can yakan bir kadının peşinde oyuncak oluyorlar. Çok hain ve pislik erkekler de var ama onları öyle yetiştiren yine anneleri, yani yine bir kadın.

Bir zamanlar ben de o şımarık kadınlardan biriydim. Daha zayıf, genç ve biraz güzelken. Geçen sefer bahsetmiştim ya, benim ahretliğin doğum günüydü diye. O gün eşi çok güzel kırmızı gonca güller göndermişti.
Çok kıskandım ve özendim. Bunu arkadaşıma da söyledim. Döndü bana dedi ki,
- Ooo, kızım sana zamanında az mı geldi. Hatta taaa Kazaklara bile. Bir de şu Tuncayların arkadaşı vardı, kimdi O?... Hatırla bak


Doğruydu.. Hala boşanamadığım kocam, beni ayartmaya çalıştığı dönemlerde, Kazakistandaki otel odama kocaman kırmızı güller göndermişti. İlk tepkim "Salak!" demek  olmuştu." Üç beş güle kanacak kadar aptal mı sanıyor beni? Yanlış yoldasın oğlum. Hem ben karanfil seferim". Dönüşte hava alanında karşılamıştı. Oturmuş konuşurken beni sevdiğini söylemişti. O zaman yine içimden "Yuh Salak!" diye geçirmiştim. Daha ne kadar tanıyordu ki beni? Seviyorum kelimesini o kadar kolay sarf eden birinden iş çıkmaz diye düşünmüştüm. Ama yoğun iş zamanında arada eğlence oluyordu bana. O yüzden oyalayıp idare ediyordum. Nasıl oldu da sonradan kanıverdim, hiç hatırlamıyorum. Yukarıdaki çarptı herhalde.

Tabii yukarıdakinin çarpmasından önce Remzi'nin ahı da tutmuş olabilir. Remzi gerçek adı değil bu arada. Çok farklı bir ismi olduğu için ne olur ne olmaz diye burada yazmak istemiyorum, yazık. Hiç bir erkek canlısına ona yaptığım kadar eziyet etmedim galiba.

Eski iş yerinde, sabahlara kadar mesai yaptığımız yoğun bir dönemdi. O sıralar kafayı bozduğum adam Ingiltere'deydi. Feci asıldığım ve Cillop adını verdiğim diğer adamın sevgilisi vardı. Bana hiç yüz vermiyordu. Arkadaşlar arasında geyik muhabbeti yaparken, "Yok mu bana ayarlayacak bir arkadaşınız yaa!" diye şaka yollu takılmıştım. Bizim Tuncay sanki bu lafımı bekliyormuş gibi,
-Yaa, aslında bizim bir arkadaş var ama bilmem ki nasıl olur? dedi
- Ne demek nasıl olur? Bal gibi olur.. Nedir? Necidir? ... Başladım ahiret soruları sormaya. Baktım kafalı birine benziyor.
- Şimdi hemen git arkadaşına mail at, benden bahset, dedim. Eğer bana güzel bir buket çiçek gönderecek cesareti varsa vallahi onunla çıkarım.
Benim biraz kaçık olduğumu bildikleri için pek şaşırmadılar. Epey süre sonra bu arkadaş bir şekilde çok şık ve kocaman bir kırmızı gül kavanozu gönderdi. Eh, arkadaşta cesaret var madem, bir tanışalım di mi? Uzatmayalım, tanıştık falan... İdare eder kıvamda olduğu için bir iki kere görüşüp daha iyi tanımaya karar verdim. Hayatımın en kötü kararlarından biridir bu.


Yakın bir arkadaşım ve nişanlısını da alıp bir hafta sonu birlikte Sultanahmet civarına gezmeye gitmiştik. Amacım kankamla tanıştırmaktı. Neresiydi tam bilmiyorum, dolaşırken civardaki güzel manzaralı bir ilköğretim okulunun bahçesine girip banklara oturduk. Yan yana oturuyoruz ama adam bi ıkınıyo bi sıkılıyo. Bir süre sonra zoraki kolunu arkama doğru attı ama bankı tuttu. Bir süre bekledim kolunu omuzuma atar diye, tık yok. Aaaa... sıkıldım ama. Dayanamadım,
- Remzi ! Tahtayı tutmak daha mı hoşuna gidiyor? diye çıkıştım.
Zavallım neye uğradığını şaşırdı. Bir iki gak guk ettikten sonra kolunu omuzuma attı. Ah ulan atmaz olaydı, daha da çekmiyo... Bazen dar kaldırımda yürüyoruz falan. Ee bana geldiler yine.
-İstersen elimi tut , daha rahat yürürüz.
Bir ara bunu nişanlıya satıp kankamla yalnız kaldım. İki ara bir derede çekiştiriverdim. Kız zaten yol boyu gülmekten gebermişti.
- Yahu nereden buldun bu garibi. Harcarsın sen bunu, sal gitsin.
- Ben ne biliiim yaaa... bizimkilerin arkadaşı işte. Ya çok kibar bir beyefendi ya da daha önce hiç kız arkadaşı olmamış. Bu sefer hemen harcamayacağım, bir şans vereceğim
- Hadi ordan, bilirim ben seni...
Aradan zaman geçti. Biz bir çok kez görüştük. Ama hala bir aksiyon göremedik. Öyle ya, öpmediğim adama sevgilim demem ben. Sinir sinir dolanıyorum ortalarda. Bir akşam, nedenini hatırlamıyorum, arabada oturmuş sohbet ediyorduk. Bir yandan da bir yere gitmek için zaman geçsin diye bekliyorduk. Eh, ortam uygun. Bir girişimde bulunur artık herhalde diye umutlanmaya başlamıştım. Nerdeee ? Adam sadece güzel güzel konuşuyo. Hadi biraz cesaretlendireyim bari dedim, muhabbetin yönünü değiştirmeye çalıştım. Bana mısın demiyo... Yine dayanamadım
- Ayyhhh.. Bence bunları geç de bir öp artık Remzi!!!
Zavallım yine neye uğradığını anlamadan telaşla öptü. Acaba hangisi daha kötüydü bilemiyorum. En berbat öpüşme deneyimi yaşamış olmam mı yoksa, beni öptükten sonra "Teşekkür ederim" demesi mi? Vallahi abartmıyorum. Yemin ederim herif teşekkür etti yaaa... Donup kalmıştım.


Takdir edersiniz ki bu hikaye çok uzun sürmedi. Yaklaşık bir buçuk ay bu çocuğu idare ettim ama o süre boyunca da yapmadığım eziyet kalmadı. En son, "Öff Remzi !!! Burnumla ne işin var yaaa...?!! " diye çok fena azarladığımı hatırlıyorum. Nasıl bir şey olduğunu tarif bile edemeyeceğim. Sonra bir daha telefonlarını açmamıştım.
Şaşkın, arkamdan çok üzülmüş. Ortak arkadaşlarıma dert yanıp durmuş bir süre. Yazık, günah.. O kadar kötü muameleye rağmen, hala giden insanı düşünmenin anlamı var mı?  Meğer hep testosteronun suçuymuş.

Bunlar eskide kaldı. Çiçeklere özenmek sadece bir  anlık ... Ben artık eski ben değilim. Ne kilo, ne çekicilik ne de düşünce yapısı anlamında. Zaman içinde yaşadıklarım beni çok pis terbiye etti. Olur da bir gün hayatıma biri  girerse, muhtemelen dünyanın en şanslı adamı olacak.


21 Kasım 2013 Perşembe

Balık Muhabbeti



Gariptir, hep balık sevmem derim ama önüme konunca da hapur hupur yerim.
Çocukken Pazar günleri mutfak babama aitti ve mutlaka balık pişirilirdi. Yanında da çeşit çeşit muhteşem salatalar olurdu. En çok onları yemeyi severdim. Haliyle balıklar gelmeden önce karnımı doyurduğumdan önüme konulan porsiyonu bitiremezdim. Her seferinde de bu yüzden tartışma çıkardı. Babam özene bözene hazırladığı için herkes keyifle yesin isterdi. Öyle kalkıp da, ben bunu yemem diye mızıklanınca adamın tepesi atardı. Babam sert adamdır. Ben de çocukken pek bir gıcıktım. Babam kızdığı zaman inadına karşı gelirdim. Adamcağız iyice sinirlenir, boyun damarları şişer, kıpkırmızı olurdu. Bazen avaz avaz bağırırdı. Neymiş ? Balık yemiyormuşum.  Asıl mesele otoritesine karşı gelmemdi ya, neyse. Bir iki kere tepemden pet şişe uçmuşluğu bile var. Sağolsun babişkom pek hedefi vurmayı beceremez, yüksek astigmatı var :). Ahh ah, geçmiş zaman. Şimdi babam eve pek balık sokmaz. Kokusundan rahatsız oluyormuş. Çok isterse boğazda bir yerlere gider yeriz.


Balıkla barışık olmamamin mazisi muhtemelen çocukluğuma dayanıyor. Tıpkı Balık soğanına olan aşkım gibi. Yok böyle bir lezzet. Önüme kocaman bir tabak koysalar zevkle oturur yerim. Annem bu yüzden bana hep kızardı. "Nasıl genç kızsın sen? Hiç öyle soğan yenir mi?" Yenir annecim yeniirrr... Önce incecik doğrarsın. Sonra iyice tuzlayıp mıncıklarsın ve biraz öldürürsün. Yıkayıp şöööyle bir zeytin yağı , limon, sumak dökersinnn. Hele bir de çıtır çıtır ekmek varsa... Allaahh... Böyle bir keyif yapmayalı en az 15 sene oldu galiba. Salak mıyım ben ya ? Bu Cumartesi yapsam mı acaba? Pazar günü evdeyim nasıl olsa, kimseye randevum yok. Sonradan bir şey çıksa bile çok da fifi...


Bu balık muhabbeti nerden çıktı diye soranlarınız vardır belki. Bugün iş yerinden arkadaşlar balıkçıya gidelim diye tutturdular. Ben de istemeye istemeye peşlerine takıldım. Yeniköy'de Taka Balık isimli salaş bir yere gittik. Taburelere falan oturuyorsunuz. Hava güneşli ve çok güzeldi. Mekan acayip kalabalıktı. Biz de yaklaşık 15 kişi falandık. Sohbet de tatlı olunca aklım eskilere gitti işte.
Yediğim balık çok lezzetliydi. Bir çok arkadaşım ekmek arası söyledi ama ben porsiyon aldım ve 2 lokmacık ekmek dışında yaramazlık yapmadım. Öğleden sonra ahretliğin doğum günü vardı. İnce bir dilim pasta yedim. Onu yediğim için de akşam yemeği yemedim. Şimdi daha iyi anlamışsınızdır muhabbetin nedenini. Açııım !!!


20 Kasım 2013 Çarşamba

"Yazının Işığı Var"


Mario Levi bugün bana böyle dedi :),  "Yazının ışığı var, beğendim. Bu hikayeyi daha da genişletebilirsin "
Nezaket icabı ya da moral olsun diye söylemediğinden eminim. Çünkü onu tırmalayan yazılar okunduğunda bunu açıkça söyledi, hiç lafını esirgemedi.
Evet, tahmin edeceğiniz üzere bugün yine yaratıcı yazarlık dersim vardı. Geçen hafta verdiği yazı ödevini son güne bırakmıştım. Hangi türde yazılacağı, uzunluğu kısalığı önemli değildi. İçinde Hayat kelimesi geçmeliydi, o kadar. Yine bloga yazar gibi bir konu seçip yazmayı düşündüm. Ancak bu sefer gerçekleri yazmak beni zorladı. Hafta sonu koçumcumla bunun üzerine konuşmuştuk. Şimdi hayal kurmak için iyi bir fırsattı. Birden kelimeler dökülmeye başladı. Parmaklarım zihnimin hızına yetişemiyordu. Bugüne kadar yalan ya da uydurma diye adlandırıp uzak durduğum düşünceler, şimdi karşımda hikaye olarak duruyordu. Fena mı oldu yani ?Günün sonunda Mario amca yazımın ışığı olduğunu söyledi. Daha ne isterim ? Tabi ki daha fazlasını :)


Ders arasında biri Aret Vartanyan'ın yeni kitabından bahsetti. Mario amca kitabın ismini duyunca pek bir hoşuna gitti. "Aşk ve Çırılçıplak, birbirine ne kadar da yakışan iki kelime öyle değil mi?" diye sordu önce. Sonra devam etti. "Ürkütücü ama güzel ve hayatın anlamı".  Adam bunları söylerken öyle güzel bir ses tonu vardı ki, hayran olmamak mümkün değil. Zaten konuşurken hiç "ııı, iii" gibi duraksamaları olmuyor. Tane tane, her cümleyi hissederek, şiir gibi konuşuyor. Sohbeti çok keyifli. Birlikteyken zamanın geçmesini istemediğim böyle çok az insan var hayatımda. Keşke O da hep hayatımda olsa.  Piçiko olsa yine söylenmeye başlardı, "Aaa..sakın haaa...Onun arkadaşınız olmadığını unutmayın. Profesyonel hizmet alıyorsunuz, sınırınızı koruyun...bıdı bıdı vıdı vıdı...". Mario amcada bunu yapmak istemiyorum. Ahbap olmamak için bir neden görmüyorum. Belki bir gün yazar olurum, o da benim ustalarımdan biri olur... hayal bu ya :)




19 Kasım 2013 Salı

Açım Uleennn !!

Geçtiğimiz Cumartesi günü diyetisyenimden çok fena fırça yedim. Hatun sonuna kadar haklı. Ne öyle iki ileri bir geri ? Bir önceki hafta yağdan verdiğim 2.9 kilonun 1 kilosunu geri almışım. Bu hafta sırf protein diyeti verdi. Kahvaltıda bile ekmek yok, tam bir kabus. Bugüne kadar bozmadım. Çünkü iş bu sefer inada bindi. Önümüzdeki hafta o tartı en az 87 kg gösterecek.


"Bugüne kadar bozmadım" ifadesine bir açıklık getirmek istiyorum. Bizim iş yerinde bir arkadaş var. 20 gün önce bir bebeği oldu. Bugün onun şerefine herkese Güllüoğlundan çeşit çeşit baklava almış. Şimdi... Çocuk 10 yıllık arkadaşım. O kadar ikram etmiş, "Aaa yemeyecek misin?" diye sitem etmiş... yemezsem ayıp olmaz mı? Tabi ki çok ayıp olur. Hem bu amaçla tatlı yemek sevaptır.

Geçen gün bir arkadaş şöyle bir tez öne sürdü. Daha doğrusu medyum gibi biri varmış, o söylemiş. Dünyada her şey insanlar için varmış. Dolayısı ile istediğimizi yememiz gerekirmiş . Önemli olan yediğimizden pişmanlık duymamakmış. Pişman olmazsak kilo almazmışız.

Sevap ve pişmanlık mevzularını birleştirerek koca bir dilim baklavayı  iki ısırıkta mideye yuvarladım. Tanrıımmmm...o nasıl bir keyifti. Ne yazık ki 20 dakika sonra çok büyük pişmanlık duydum. Telafi etmek için akşam yemeği niyetine sadece ayran içtim ve 2 tane minik salatalık yedim. Şu anda açlıktan ölüyorum. En iyisi gidip uyumak. Bir an önce sabah olsun da ekmeksiz de olsa kahvaltı yapayım.. ühüüüü







16 Kasım 2013 Cumartesi

Koçluk Eğitimi


Hafta sonu ile birleşen eğitimleri pek bir severim. Hele o eğitim sadece 1 günlük ise tadından yenmez.

Sabahın köründe Taksime gitmek üzere yola çıktım. Çok uzun zamandır iş günü o saatlerde birinci köprüden geçmemiştim. Trafik çok kötüydü ama hiç keyfimi bozmadan, radyoda çalan şarkılara eşlik edip dans ederek Taksime vardım. Arkadaşlar yakın olur diye Haber Türk'ün otoparkına gitmemi önermişti. Point oteli biraz geçtikten sonra, durup birine yerini sordum. Gençten bir adamdı, bön bön baktı yüzüme. "Abla kocaman bina işte, karşındaaa " dedi. Meğer tepesinde kocaman Haber Türk yazıyormuş.  Ne biliiim lan ben!! Ben yola bakıyorum, havaya değil. "Sağol, hadi hadi... " diyerek gittim park ettim. Bu arada otoparkı pek sevmedim. Park yerleri dar. Üstelik ödeme yapmak için illa P1'e uğramanız gerekiyor.


Eğitimin konusu, koçluk ve kişilerin gelişimiydi. Her ne kadar böyle bir konunun bir güne nasıl sığacağını anlayamasam da, eğitime başlarken oldukça hevesli ve heyecanlıydım. 1 Yıldır aldığım koçluk olayının arkasındaki sırları öğrenebilecektim artık. Bakalım ne taktikler kullanılıyormuş, ne psikoloji oyunları dönüyormuş !

Eğitim ilerledikçe hayal kırıklığına uğradım. İster istemez hocayı koçumla kıyaslamaya başladım. Tamam, slaytlarda anlamlı bir şeyler yazıyordu. Ancak hocanın bu slaytlara yaptığı yorumlar biraz daha farklıydı sanki. Üstelik benim daha önce internetten araştırıp okuduklarımdan da biraz uzak gibiydi. Olay koçluktan çok, eğitimcinin eğitimi gibi bir şeye döndü. Her yorumu için bunu söylemek haksızlık olur belki ama bir kere gözüme battı ya... Hoca yandı bitti kül oldu.

Anladım ki bu koçluk işi her yiğidin harcı değil, orası kesin. Yanlış biri ile çalışırsanız hayat sizin için belki kabusa bile dönebilir. Kendimi bir kere daha şanslı hissettim. Bir ara dayanamayıp koçumcuğuma mesaj attım ve benim gözümde bir melek olduğunu söyledim. Aslında kanatsız melek diyecektim de bu adamın sağı solu belli olmaz. Bakarsın kanatlarım da var diyerek sırt kanat kaslarını gösterir, "Buna Latissimus Dorsi deriz biz " falan diye de hava yapar.. gerek yok :)

Eğitimin sonunda  bize bir de koçluk belgesi verdiler, şaka gibi. Aldığım belgeyle birlikte harika bir Taksim - Karaköy - Kabataş - Beşiktaş - Boğaziçi Köprüsü trafiğine girdim. 16:20 civarı çıktığım taksimden 19:05'te evime dönebildim. 

Görüldüğü üzere ben yine bitişi bağlayamadım. Ama bunları da aşacağım sevgili takipçilerim. Az sabredin, henüz o konuları işlemedik...





13 Kasım 2013 Çarşamba

Mario Levi ile Yaratıcı Yazarlık Atölyesi


Bu akşam yaratıcı yazarlık kursunun ilk dersine girdim. Gün boyunca endişe içindeydim. Aklımda saçma sapan sorular dolanıp duruyordu.
- Şimdi ben adama nasıl hitap edicem? Hocam, Mario bey, Bay Levi ?!!!
- Ne yazıyorsun derse ne dicem ? Blogum var, götten boktan bahsediyorum ... süper
- Bugüne kadar yaratıcılık adına verebileceğin en iyi örnek nedir ? diye sorarsa... İngilizce "Behavior" kelimesini "Be hey hıyar" olarak okumak mı dicem ? (Hikayesi uzun, belki başka zaman anlatırım)

Oysa ders hiç de endişe ettiğim gibi geçmedi. Tam tersine son derece keyifli ve heyecan vericiydi. Aptalca cevap verdiğim tek şey, Mario amcanın "Yazmak konusunda en büyük eksikliğimiz ne olabilir?" sorusuna "kalemimiz olmayabilir" şeklinde cevap vermem oldu. Allahtan onu da fısıltıyla söyledim de duymadı.

Derste en çok hoşuma giden, "Öldürmek, Özgürleşmektir" sözü oldu. "Yazmak için size engel olan bütün korku ve endişelerinizi öldürün" dedi. "Önce üzülür, pişmanlık duyarsınız ama sonra zevk almaya başlarsınız. Sonunda da kendinizi özgür hissedersiniz..."  Bu aslında başka bir çok şey için de geçerli değil mi?
Hoşuma gitmeyen tek şey ise, katılımcıların hepsinin bayan olmasıydı. Koskoca memlekette yazarlığa merak salmış, hoş, akıllı,  e hadi bi de esmer adam yokmuş be ya ! Sinir bozucu...

Dersin sonunda "Yazmak, soyunmaktır. Soyunmaya hazır mısınız?" dedi. Valla cevap vermemek için kendimi zor tuttum. Umarım bu 6 haftalık süreci dersten kovulmadan tamamlayabilirim.  Belli mi olur, bakarsınız çok ileride ünlü bir yazar olurum. Sizler de "Ben onun blog yazdığı zamanları bilirim" diyerek hava atarsınız .. Kısmet :)





8 Kasım 2013 Cuma

Ilk hafta raporu

Yaklaşık 1 aylık tatilden sonraki ilk iş haftası nihayet bitti. Son gün eğitim vardı, yarın da ne yazık ki tüm gün eğitimle geçecek. Hafta boyu bazı nedenlerle işten geç çıkmak zorunda kaldım ve çok yoruldum. Ama hala kendimi deli gibi mutlu hissediyorum. Hala tatil modundan çıkamadığım için mi böyleyim yoksa bende bir şeyler gerçekten değişmeye mi başlıyor, işte onu çözemiyorum.


Bu akşam eğitim sonrası diyetisyenime gittim. Inanılır gibi değil! 1 haftada yağdan 2.9 kg vermişim. Tatildeki günahlarım ufaktan affediliyor anlaşılan :) . İş yerindeki yoğunluk yüzünden hiç spor yapamamıştım. Önümüzdeki hafta spora da başlayabilirsem harika olacak.


Diyetisyenden sonra canım değişik bir şeyler yapmak istedi . Arkadaşlarla ayarlanmış bir program yoktu, yine tek kalmıştım. Tek başıma sinemaya gittim, "Last Vegas" . Film geyik meyikti ama tek başına sinema olayı beni iyice sarmaya başladı :)


Pazar günü eğer bir aksilik olmazsa kitap fuarına gitmek istiyorum. Gidersem , yine şehirler arası yolculuk yapmış sayılabilirim. Acaba oralara kadar gitmişken öğle yemeği için Tekirdağa uğrayığ köfte mi yesem ? Ne gereği vardı TÜYAP'i o kadar uzaklara götürmenin bilmiyorum. Eskiden ne güzel taksimdeydi. Fuar boyunca bir kaç defa gitme imkanım olurdu.

Kasımın 10'u yaklaştı. Büyük kararlar vermek üzereyim. En çılgınca olanı da yabancı bir ev arkadaşı edinme fikri sanırım. İnanması çok zor ama bu fikir annemden çıktı. Gerçi kadıncağızın aklındaki, çıtı pıtı, temiz yüzlü, gözü açılmamış bir bayan master öğrencisi modeli. Ama benim pek öyle kısıtlarım yok, kızlı erkekli her türlü kabulüm. Gözü açılmamış kısmı hariç tabi :P .



2 Kasım 2013 Cumartesi

Ne Virüsmüş Arkadaş !!!


Baştan uyarıyorum, midesi kaldırmayan okumasın...
Uzun bir tatilden sonra Çarşamba günü ilk iş günüme başladım. Sabahtan başlayan acayip bir mide bulantısı vardı. Bünye alışmadı herhalde diye pek üstünde durmamıştım ama öğlene doğru ateşim de iyice artmaya başlayınca mecburen eve döndüm. Akşam dayanamayıp Çılgın Ruziye'yi aradım ve beni hastaneye götürmesini rica ettim. İşten dönüyormuş, yoldaymış. Hazırlanmamı, gelip alacağını söyledi. Epey bir süre siyah mı, mavi mi, mor mu, kırmızı mı giysem diye düşündüm. Ee hazırlan dediiii... Hem hasta bile olsam bazı şeyler ihmale gelmez. Ya doktor yakışıklıysa ?!! Ne de olsa ilk izlenim önemli.
Acile vardığımızda beni bir bölmeye aldılar. Önce gençten bir erkek hemşire geldi. Tansiyonuma falan baktı, tahlil için kan aldı. Bir süre sonra doktorun ayak sesleri duyuldu heyecanla beklerken birden perde açıldı veeee... Aamaaaannn bu ne yaaa... orta yaşlı, tipsiz, karizmasız, sıradan bir doktor. Geldi muayene etti. Şikayetlerimden virüs olabileceğini söyledi. O yüzden benden bir de "gayta" örneği istedi. A-aaa ne ayıp.. Ben o kadar özene bözene giyinmişim, sen utanmadan bana gayta falan diyosun.  "Yok arkadaş" dedim, "Kalmadı. Üstünüze afiyet sabahtan fena cırcır olmuştum ama öğlenden beri faaliyet yok." . Adam hiç istifini bozmadan, "muayene ederken bağirsaktan sesler duydum, faaliyet devam edecek, siz denemeye çalışın" dedi. Ayyyy ne ayıııppp...Terliğin olsa kafasına atarsın, o derece.


Neyse, koca bir şişe serum ve antibiyotik verdiler. Kendimi daha iyi hissetmeye başlamıştım. 1 saat kadar sonra doktor, elinde kan tahlili sonuçlarıyla geri döndü.
- Gayta tahlili verememişiz
- Yok, veremedik. Dedim ya, çıkmıyo..
- Kan tahlillerine göre virüs var..vıdı vıdı vıdı.. ama gayta olmadığı için ne tür bir virüs olduğundan emin olamıyoruz. Keşke verebilseydiniz
- Ya keşke..
O kadar serum ve antibiyotiğe rağmen 3-4 gün şikayetlerimin devam edeceğini söyledi ve bana o an için iki günlük rapor verdi. Ertesi gün gayta örneği getirmemi istedi, o zaman bir günlük daha rapor verecekmiş. İşe bak yaaa. Böyle boktan bir meselenin pazarlık konusu olacağı hiç aklıma gelmezdi.

Ertesi gün aksam üstüne kadar bekledim ama doktor amcaya gayta örneği temin edemedim. Ama gidip raporu uzatmam da gerekiyordu. Çünkü kendimi çok halsiz hissediyordum, tüm eklem yerlerim ağrıyordu, ateşim vardı ve o halde ertesi gün işe gidemezdim. Güç bela gittim hastaneye. Benimle ilgilenen doktor o gün yokmuş. Durumumu anlattım, başka bir doktor bakıp rapor verdi. Bu arada ben raporu beklerken, en son görmeyi umduğum başka bir doktoru gördüm... Dr. ihtiyar hassas kantar.. Beni tanımasın diye hemen elimle yüzümü gizlemeye çalıştım. Allahtan çabuk gitti. Bilen bilir. Bu senenin başında yine dötümden kaynaklı küçük bir sorun yaşamıştım. "Gayta"mı yaparken kanama oluyordu. Bu amcaya kontrole gittim. Amca beni yanlamasına uzandırdı..Döt muayenesinde usül böyleymiş. Sonrada işaret parmağıyla tek löpümü kaldırıp "Hımmm..yaklaşık bi on kilo vermeniz lazım." dedi !!! Ne hassas parmakmış ?! Bu hastanenin doktorları hepten çatlak. Haa..bir de çok fena ahları tutuyor. Eve gittikten sonra o bağırsak faaliyetleri bir başladı...aman Tanrım, durdurabilene aşk olsun.

Merak edenler için, şimdi biraz daha iyiyim. Halsizlik devam ediyor ama en azından ateşim kalmadı.

29 Ekim 2013 Salı

Son Dakika Haberi

Blogumda bahsetmemiştim ama uzuuun zamandır bizim binanın asansöründe muhteşem bir erkek parfümü kokusu aldığımı ve sahibini merak ettiğimi arkadaşlarım bilir. Bugün eve döndüğümde nihayet o kokunun sahibini gördüm, Bay 13. Kat  :)) . Uzun boylu, en az 28 en fazla 32 yaşlarında, kolunda dövmeleri olan sevimli bir komşu. O benden önce asansöre binmişti, arkasından yetiştim. Parıldayan gözlerle "Merhaba" dedim. O da bana çok seker gülümsedi ve başını salladı. 
Ben 9. kattayım. Asansör katları birer birer çıkarken, "iyi ki kuaföre gitmişim" diye aklımdan geçiriyordum. Aslında sadece dip boya yaptıracaktım ama hazır gelmişken kırık fön de çektireyim bari demiştim. İşte bakın, neyin ne zaman işe yarayacağı belli olmaz. Her daim bakımlı ve hazırlıklı olmak lazım. Bir gün "iç motivasyonlarımın" da işe yarayacağından adım gibi eminim, neyse ... 
Artık katıma gelmiştik. komşuma doğru yandan güzel bir bakış atıp en şuh sesimle "İyi günleeer" dedim. O da bana "İyi günler, saygılar" dedi ?!!!  "Saygılar? ... Saygılar derken ?.... Ulan itoğlu it.."  demeye kalmadan asansörün kapısı kapandı. Tamam, birazCık büyük olabilirim ama teyze yerine koymanın ne gereği var yaniii?
Sonuç olarak acayip bir moral bozukluğu içindeyim. Aşağıdaki şarkı, benimle aynı durumu paylaşan kader arkadaşlarım için gelsin, "Sevdiğim kız abi dedi..."  http://www.youtube.com/watch?v=86VVJ66OMIU 

28 Ekim 2013 Pazartesi

Eskişehir Gezisi - 1

Dün akşam Eskişehir'den döndüm. Şehirler arası uzun yol gitme hedefini gerçekleştirdiğim yetmiyormuş gibi bir de şehirler arası gece vakti araba kullanmış oldum. Normalde planda böyle bir şey yoktu.Sonuç; çoook mutluyum ve tekrar yapmak istiyoruuum :)) . Bugüne kadar neler kaçırdığıma inanamıyorum. Neyse, şimdi bunları geçelim ve gezip gördüklerime gelelim..

Cumartesi sabahı 07:30 civarı önce gidip Kıvırcığı almam gerekiyordu. Her zamanki gibi alarmı kapatıp tekrar uyuduğum için geç kaldım. Bizimle beraber Kıvırcığın bir arkadaşı daha gelecekti.(Gerçek ismini vermek istemiyorum ama lakap takacak kadar da tanımadığım için bu yazıda "Murtaza" olarak anılacaktır). O da bizi 08:00'de Kartal köprüsü altında bekliyor olacaktı. Kıvırcıkla yola çıktıktan sonra Çamlıca gişelerinin hemen öncesinde yanlış yerden gittiğimizi anladık. Bu evlere şenlik kısmın çok detayına girmeyeceğim. Sonuçta gişe görevlilerin şaşkın bakışları ve olağan üstü yardımları ile dubaları aşarak geri dönüp Murtazayı ağaç olduğu yerden almaya gittik. Bu sırada Bostancı, Maltepe ve Kartal köprülerinin, bildiğimin aksine birer yaya geçidi olmadığını öğrendim. Buradaki detayı da atlıyorum. Allah'tan Murtaza sakin çocukmuş. Gıkını çıkarmadan uslu uslu bindi arabaya. Bir de Sapanca'ya uğramamız gerekiyor dedik, ona da eyvallah dedi.
Geçen gidişimde Güral Sapanca'da tabletimin şarj aletini unutmuşum. Hem ben onu aldım hem de Kıvırcık oteli biraz inceledi. Ailesi ile gelmeyi düşünüyormuş. Otel içinde gezinirken daha önce kahvaltıda dik dik bakışlarımla rahatsız ettiğim Arap amcayla karşılaştık. O da beni tanımış olmalı ki, önce bir irkildi. Sonra arkasını döndü, sonra tekrar başını çevirip bana baktı ve "Hııh" der gibi yapıp tekrar önüne döndü :) . Amcanın aklından ne geçtiğini bilmiyorum ama ben onu, daha doğrusu 15-20 santim uzunluğundaki sakalını seyrederken, zavallı karısı için "acaba nassııı...igghh.." gibi  abuk sabuk şeyler düşünüyordum. Artık nasıl baktıysam..

Otelden sonra yolculuk sorunsuz devam etti ve öğlen vakti Eskişehire vardık. Önce otele gidelim dedik. Şehir merkezinde acayip bir trafik vardı. Oteli bulup yerleştikten sonra Kıvırcığın diğer arkadaşları ile bir araya gelip Bilim Parkına gitmeye karar verdik. Orada New Balance, koşu kitlerini dağıtıyormuş ve makarna şenliği gibi bir şey yapıyormuş. Ama önce güzel bir yer bulup açlığımızı biraz bastıralım dedik.
Eskişehirde çiğ börek ünlüymüş. Nerede yesek diye düşünürken geze geze ünlü bir çiğ börekçi bulup kuyruğa girdik. Küçük bir dükkandı ama geleni gideni çoktu. Adamlar tok satıcı dediğimiz türden . Otomatiğe bağlamışlar artık, pipetler masaya uçarak geldi mesela :) . Neyse bir şekilde yedik içtik. Masada sohbet ederken oranın sahibi olan amca yanımızdan gelip geçerken laf atmaya başladı "Hımm.. Masalar da doldu,  kuyruk da çok ne yapsak acaba". Gitmemizi beklediğini anladık tabi ama yan masada henüz yemeğini bitirmemiş olan arkadaşları bekliyorduk. Amca dayanamayıp "artık sizi yolcu edelim de yer açılsın" dedi. Aslında yadırganacak bir şey yok. Gayet açık sözlü davrandı, biz alışmamışız böylesine. Dışarı çıkıp bir çay evinde diğer arkadaşları bekledik. Arkadaşlardan daha sonra öğrendiğimize göre, masayı paylaştıkları başka bir müşteri "Ama ben kıyması fazla olsun demiştim" diye şikayet etmiş.Amca da "Aman şimdi uğraşamam al iki tane fazla ye" diyerek önüne iki çiğ börek daha atmış :)

Çay faslı bittikten sonra bilim parkına yürüyerek gitmeye karar verdik. Arkadaşlar sporcu, heyecanlı genç tipler tabii... Yürüyeceğimiz mesafenin 4 - 5 km olduğunu öğrenmiştik. Yürüyemeyeceğim bir mesafe değildi, o yüzden pislik yapmadım. Yalnız o yol bitmek bilmedi, bence en az 7 km vardı.

Bilim parkındaki işlerini hallettikten sonra Kentpark'a gidip akşam yemeğini yemeğe karar verdik. Parkı çok güzel yapmışlar. Yapay plaj ve gölet vardı. Bir ara köprünün üstünde durmuş sudaki balıkları seyrederken ablanın birinin bize seslendiğini fark ettik. "Kızlar! Bir resim çektiricem de.."  Önce fotografını bizim cekmemizi istiyor sandık. Sonra vücut ve el hareketlerinden, "Şööle öteye gidin kızlar, görüntüyü bozmayın" demek istediğini anladık. Bir kaç yerde fotoğraf çektirdikten sonra Ada Restaurant diye şık bir yere girdik. Rezarvasyonumuz olmadığı için önce bizi kapıda bir süre beklettikler. İçerideki birisinden icazet aldıktan sonra "Buyrun, girebilirsiniz" dediler. "Allah razı olsun" diyerek daldık içeri. Yemeklerimiz bittikten sonra şef garsonun bizim masaya bakarak başka bir garsonun kulağına bir şeyler fısıldadığını fark ettik. A-han da şimdi kovacaklar bizi diye düşündük ve delikanlılığa poh sürdürmemek için bu sefer biz hızlı davranarak hesabımızı istedik.

Otelimize dönmek için taksi kullandık. Dönüş yolunda arkadaşlardan biri daha uzun bir yoldan gittiğimizi zannetti. Bu düşüncesini de yüksek sesle bizimle paylaştı. Şoför buna çok içerledi galiba. Dikiz aynasından ters ters baktı ve "Otele gidebileceğimiz başka bir yol yok. Biz İstanbul taksicisi miyiz ki müşterimizi dolaştıralım.. " dedi. Bir şekilde lafı değiştirdik ve amcayı daha fazla kızdırmadan otele geldik.
Gezinin ilk gününde aslında istediğim gibi pek bir yer gezemedim. Buna karşın Eskişehir halkının ne kadar samimi ve "açıksözlü" olduğunu öğrenmiş olduk.

İkinci gün ise listemdeki her yeri gezme fırsatım oldu. Ancak onu bir sonraki yazımda anlatacağım.




25 Ekim 2013 Cuma

Sapanca Gezisi


Geçen yazımda bahsettiğim İzmit gezisine çıkmadan önce tüm hazırlıklarım tamamdı ama yine de içimde bir huzursuzluk vardı. Yatmadan önce aklıma düştü, dua edeyim bari dedim. Amcamın cenazesindeki gibi kötü bir duruma düşmemek için de (Fatiha diye başlayıp Ayetel Kürsi ile bitirmiştim !!!)  bu sefer direkt internetten bir iki dua açıp okudum. Sonra mışıl mışıl uyudum. 
Sabah kalktığımda içimde acayip bir çoşku vardı. Ne olur ne olmaz diyerek 20 dakikada kendime 2 günlük çanta hazırladım. Eğer yolda bir sıkıntı duymazsam Sapancaya kadar gitmeye karar vermiştim. 


Önce tedirgindim. Orta şeritten neredeyse hiç ayrılmadım. Kamyonların yanından geçerken çok dikkat ettim. Epey ilerlemiştim ve birazdan İzmite varmış olurum herhalde diye düşünüyordum ki Şekerpınar tabelasını gördüm. Ulan !! Burası bizim arkadaşların her gün işe gidip geldiği yer ?!  Ben dağları aştım sanıyorum ama dötüm kadar yol gitmişim, övündüğüm şeye bak. Sonra fark ettim ki tedirginlikten uzun yol şarkıları CD'sini bile açmamışım. Bu iş böyle olmaz, kendine gel dedim. Açtım CD'mi, geçtim sol şeride. İşte asıl yolculuk o zaman başladı. Inanılmaz keyifliydi. Izmitte hiç durmadım bile, direkt Sapanca'ya doğru devam ettim. Yolda attığım sevinç çığlıklarını ve kahkahalarımı duyan biri olsa deli olduğumu düşünebilirdi. Umurumda bile olmadı :). 


Sapancaya vardığımda NG Güral Sapanca Otelini bulup oraya yerleştim. Yeşillikler içinde çok huzurlu bir yerdi.Üst katlarda bir oda rica ettim. Manzarası harikaydı. Sonra gidip biraz bahçesinde dolaştım. Hamakların olduğu bir bölge keşfettim. Hiç kaçar mı, yaklaşık yarım saat hamak keyfi yaptım. Geri dönüp bir şeyler atıştırdım ve lobide oturup kitap okudum. Otelin değişik aktiviteler için çalıştığı bir firma varmış. Onun numarasını almıştım ama sonradan nedense pek içimden gelmedi. Orada kendimle baş başa olmak hoşuma gitti galiba.


Ertesi gün otelin içinde trekking yapabileceğimi öğrendim. Evet, otelin sınırları içinde bildiğiniz orman var ve 3 farklı zorluk derecesine göre oklarla yönlendirmeler koymuşlar. Tek başınıza okları takip ederek trekking yapabiliyorsunuz. İyi ki yürüyüş batonlarımı götürmüşüm, 2 Saat civarında inişli çıkışlı çok keyifli bir gezi yaptım. Başka koşullar olsa hiç kimse beni asla ormanda tek başıma yürütemezdi. Otelin içinde, güvende olduğumu bilmek, bana bunu yapacak cesareti verdi. Oysa orası da ıssız bir yerdi ve biri beni öldürüp kenara atsa günlerce fark edilmeyebilirdi. Bunun üzerinde biraz düşüneceğim.


Yürüyüş sonrası  önce hamama gidip bir güzel kese ve köpük masajı yaptırdım. Sonra da önerileri üzerine 80 dakikalık "Lomi Lomi Nui" diye bir masaj yaptırdım. Bu masajda eller dışında kolun dirseğe kadar olan kısmını da bir nevi merdane gibi kullanıyorlar. Yani bildiğiniz ağzınıza mıçıyorlar. Bir daha yaptırırsam nah böööle olayım. Tipe baksan ufak tefek uzak doğulu bir hatun. Ama eli o kadar ağır ki. İşin kötüsü, masajı yaparken o kadar fark etmiyorsunuz. Zaten hamamdan yeni çıkmışım, pelte gibiyim. Güzel bir müzik çalıyor, hoş kokulu masaj yağları ile biri sizi mıncıklıyor... Gel gör ki odaya çıktıktan bir saat sonra etlerim acımaya başladı. Bildiğin yumuşak masajlardan şaşmamak lazım.

Oradayken arkadaşım Kıvırcığın, iş yerinden arkadaşları ile cumartesi günü Eskişehire gideceğimi öğrendim. Yüzsüzlük edip gezilerine kendimi de dahil ettim. Normalde böyle bir şeyi asla teklif etmezdim, kendimi aştım :).  Eskişehire kadar arabayı ben kullanacağım. Arabada iyi şoför olan biri daha olacağından içim rahat. Oradaki gezi programı da hazır. Çok heyecanlıyım. Yarın sabah erkenden yola çıkıyoruz. 


Bu arada , bugün diyetisyenimle görüştüm. Kas oranım artmış ama yağdan da yarım kilo daha almışım. Ne bileyim yahu, o kadar trekking falan yapınca birazcık tatlı yesem bile yakarım diye düşünmüştüm. Öyle olmuyormuş. Açık büfelerden nefret ediyorum. Hatun çok ciddi ağzıma sıçtı. Aslında ondan önce ben kendime çok kızdım. Benim bir hedefim var yahu. Öyle tatil matil havasına kapılıp tatlı yemek de ne demek?!!  





21 Ekim 2013 Pazartesi

Bugünden Notlar


Yahu bende de ne şans varmış arkadaş. 26 Ekimde Fest Travel ile Kapadokya turuna katılacaktım. Ancak bugün öğrendim ki, yeterli kişi sayısına ulaşılamadığı için iptal edilmiş. Başka tur var mı diye sordum ama kesinleşmiş bir program olmadığı cevabını aldım. Zaten bu tur gerçekleşseydi de bendeki bu şansla muhtemelen ya hep yaşlı teyze ve amcalar olurdu ya da romantizmin doruğundaki genç çiftler.


Oysa günüm çok güzel başlamıştı.  Gözümü açtım, pencereden dışarı baktım ve o korkunç trafiği gördüm. Sonra büyük bir zevkle "Yat yat yaaaat !!" diye bağırarak kendimi tekrar yatağa attım. Hala izinde olmak harika bir duygu. Hele ki geçen haftayı saçma sapan eve kapanarak geçirdikten sonra bu haftanın tatil olması çok iyi oldu.
Sabah kötü haberi aldıktan sonra bir iki işimi halledip rahatlamak için boğaza gittim. Sevdiğim bir mekanda karnımı doyurduktan sonra uzun bir süre aşağıda gördüğünüz bankta oturup boğazı seyrettim, çok iyi geldi.


Sonra Kanyondaki Harvey Nichols içinde yer alan kuaföre gittim. Orada Serdar diye biri var, "Kaş tasarımcısı" . Yani nasıl tarif etseeemmm... Mentos gibi, dışı sert içi yumuşak biri. Acayip ciddi bakışlarla yapıyor işini, tırsıyorum adamdan. Bugüne kadar gülümsediğini pek görmedim. Aynı ciddi ifadeyle, bir ucunu dişine taktığı drima ipi iki parmağına sarıp şakada şukada son temizlik olayına girişmesi.. biiirazz tuhafff !! Ama kaşınıza çok güzel şekil veriyor, denemenizi öneririm :)


Orada işim bitince D&R'a uğradım ve bugün dağıtıma çıkan Ahmet Ümit'in "Beyoğlu'nun En Güzel Abisi" isimli kitabını aldım. İşte bu tatil için okumayı planladığım cinayet romanı.. ni-ha-ha-haa.. :) . Gözüme kestirdiğim başka kitaplar da oldu ama onları sadece not aldım, kitap fuarına saklayacağım, az zaman kaldı zaten. Aptalca belki ama oradan almak başka bir keyif veriyor :)
Kanyondan çıkınca Lady N'le buluştuk. Evine dönmeden bir kez daha görebildiğim iyi oldu. Aralık ayında tekrar gelecek galiba ama belli olmaz. Insan özlüyo işte yahuuu... :(
Son olarak, insanlık için küçük benim için büyük bir adım atmaya karar verdiğimi gururla duyurmak istiyorum. Yarın şehirler arası ilk araba yolculuğumu yapacağım. Hem de tek başıma. Bunun için olabilecek en yakın yeri seçtim, İzmit. Bakın şimdiden söylüyorum, bunu yazan tosun gülene kosun . İzmit burnumuzun dibi gibi görünebilir ama sonuçta başka bir il. İhtiyacım olabileceğini düşündüğüm tüm eşyaları topladım. Haritam yok ama onun için de IPhone'a güveniyorum.


Eğer yarını kazasız belasız atlatabilirsem ertesi gün Sapancaya, daha sonra Abant'a falan gitmeyi planlıyorum. Madem Kapadokya olamıyor, ben de sınırlarımı başka türlü zorlarım .
Inşallah İzmit diye yola çıkıp kendimi Kayseri'de bulmam. Bana şans dileyin :)





13 Ekim 2013 Pazar

Tek BaşınaYapılabilecek Faaliyetler - 1

Geçtiğimiz hafta boyunca, gezip tozma işini tek başına yapmaktan hoşlanmadığımı keşfettik. Gerçi çare yok, tek gezmeye devam edeceğim ve eşşek gibi bundan keyif almayı öğreneceğim. Ama bu arada, tek başına yaparken de mutlu olabileceğim faaliyetleri bulmam gerekiyor.Fazla işkenceye gerek yok öyle değil mi ?


Yaklaşık 13-14 sene önce her hafta sonu taksime çıkar, tünele kadar şöyle bir tur attıktan sonra sinemaya giderdim. Filmin başlama saatini beklerken veya film bittikten sonra  Dulcinea'ya gider bir çay ya da kahve içerdim. Her film arasında da mutlaka Frigo dondurma yerdim. Bu rituelden çok keyif alırdım ve hiç yalnızlık hissetmezdim.


Bugün akşam üzeri aklıma esti, evin yakınındaki bir sinemaya gittim. O saate en yakın olan film "Runner Runner" di. Biletimi ve küçük boy patlamış mısırımı alıp geçtim içeri. İzlediğim tipik bir amerikan filmiydi, geyik ötesi. Justin yavrusunun hatırına izledim ama o olmasa ikinci yarıda çıkardım muhtemelen. İşin iyi tarafı, filmin kötü olması dışında başka hiç bir sıkıntı yoktu. Orada tek başına olmak eskisi gibi keyif vericiydi. Haa.. bu arada, bu sefer ara verildiğinde dondurma almadım. Zaten patlamış mısır bile yeterince büyük bir kaçamaktı. Bu faaliyeti cebe koyuyorum :)

Sinemadan sonra AVM içinde dolaşmaya başladım. Çok uzun zamandır kendi bedenimi bulamadığım, güzel kıyafetlerin olduğu mağazalarda dolaşmıyorum. Bazen çılgın Ruziyenin zoru ile şöyle bir giriyorum, sonra "Şurda buluşuruz" diyerek başka bir yere gidiyorum. Bu sefer yine birden bana geliverdiler. Bebe diye bir mağaza var. Epeydir adını duyuyorum, vitrininde rengarenk ürünler var. Daldım içeri. XXS diye bir beden vardı yaa, yuh diyorum.


Mağazada dolaştıkça, eskiden böyle kıyafetlere sığacak kadar zayıf olduğumu hatırladım. Hatta vücuduma göre ince bir belim vardı ama bir türlü bunu ortaya çıkaracak tarzda bir kıyafet bulamazdım. Hoş bulsaydım da o dönemler bunları giyecek cesaretim olur muydu bilmem. Yukarıda gördükleriniz daha hiç bir şey değil. Bir de  http://www.bebe.com adresine girip bakın, neler neler var. Bunca zaman boyunca aptal gibi boşuna kaçmışım böyle mağazalardan. İşte yeni faaliyetlerimden biri bu olacak. Mağazalara gir, gez, gör, heveslen ve za-yıf-laaa. Hem benim bu hatunlardan neyim eksik? Fazlam bile var..35 kilocuk kadar :P .




12 Ekim 2013 Cumartesi

Yeni bir şeyler


Bu sene sürekli şu lafı etmeye başladım, "En iyi terapi; kız muhabbeti". Eskiden kız muhabbetini fazla sevmezdim, yaş ilerleyince muhabbet de değişiyor anlaşılan. Dün gece Lady N'nin İsviçre'den gelmesini bahane ederek, "Rakı güzeldir, içmesini bilene" çerçevesinde bir buluşma ayarlamıştık. Çok keyifli bir gece oldu. Bir dahaki buluşmaya kesinlikle arabasız gideceğim. Böyle tek kadehle olmuyor. Garsona bi "gel yavrucum" bile diyemedim. Gerçi o suratsız adama sarhoşken de bunu söyleyemezdim herhalde. Naughty Girl bile sigara içmek için izin istemeye çekindi, o derece :)
Arkadaşlarımla bir arada olunca, gırgır şamata niyetine gidip böyle laf atma ya da buna benzer şeyler yapabilirim. Ancak normal bir ortamda, hiç tanımadığım insanlarla durup dururken sohbet edemem. Bugün yaptığımız görüşmede nasıl olduysa bu bilgiyi koçumcuğumla paylaştım. Hay dilimi eşşek arıları soksaydı, nerden ettim o lafı. Tutturdu "yan tarafta oturan yaşlı amca ile git 5 dakika sohbet et" diye. O olmazsa diğer taraftaki çocukla konuşmamı istedi. Birden panikledim, ne yapacağimi şaşırdım. Sonra nasıl olduysa vazgeçip aşağı içecek bir şey almaya gitti. Az sonra oranın çalışanlarından biri sırıtarak bana doğru gelmeye başladı
- Merhaba
- Ulan ! Seni o sakallı çocuk gönderdi di mi?
- Nasılsınız? Ben İlyas
- Söyle kaç para verdi sana ?
- Yok...Memnun kaldınız mı? İçeceğinizi beğendiniz mi?
Yavrum yazık, edebini de bozmuyo. Arkadan pişkin pişkin sırıtarak koçumcum geldi.
- Nasıl ? Tanıştınız mı?


İçimden geçen cevapları buradan nakletmeyeceğim, ayıp. Neyse, cocukcağızı karşıma oturttuk, koçu yine aşağı yolladık. 6-7 dakika daha muhabbet ettik. Koç elinde kahvesi ile geldiğinde teşekkür edip İlyası yolladık. Sonrasında ona ne diyeceğimi bilemedim. Benim için yaptığı o kadar farklı bir şeydi ki? Kızsam ve boğsam mı yoksa sevinsem ve sıkıca sarılsam mı bilemedim. Şu bir gerçekti ki her iki türlü de nefessiz kalıp ölecekti.
- Seni öldürebilirim, zaten bir sıkımlık boynun var...
Tanrımmm... Utanmadan koçuma böyle dedim. İnsan şapşırınca ağzından ne çıktığına hakim olamıyor. Gerçi iplemedi, güldü geçti.
Ben tam kurtulduğumu zannederken yaşlı amca ile konuşmam için yine ısrar etmeye başladı. Zaten az önce tanıştığımız İlyas da amca ile sohbet ediyordu. Baktım kurtuluş yok, gidip 5 dakika sohbetlerine katılıp geri döndüm.
Bugüne kadar ki en farklı seansımızdı. Buna benzer şeylerin yine olacağını söyledi. Hoşuma gitmedi desem yalan olur. Bu adam deli... Bütün ezberimi bozuyor :)

Bir kaç hafta önce değişim objem olan yüzüğümü kaybettim. (Hani şu yazımda bahsetmiştim ; http://iskeledegunbatimi.blogspot.com/2013/08/degisim.html).  Koçumcuğum duyduğunda git ve yenisini bul demişti. Hatta farkında değil ama bana ipucu da verdi ;). Bugün bu muhabbetten sonra yeni objemin ne olacağını netleştirdim ve gittim aldım. İşte karşınızdaaaaa... ta ta ta taaaaaaa.....


Bilmeyenler için açıklama yapayım. Bu zatı muhterem Jedi ustası Yoda. Bana değişimi koçumcuğumdan daha iyi hatırlatacak başka bir şey bulamam muhtemelen. Eh.. Yoda da koçumu hatırlatacak en uygun obje gibi görünüyor :))) . Elinde sopası.. aman yani.. ışın kılıcı da var, daha n'oolsun.

Son olarak diyetimden bilgi vereyim. Geçen hafta yağdan 400 gram vermiştim. Bugün tartıldığımda da 500 gram daha verdiğimi gördük. Aslında çubuk kraker geçen hafta için verdiği diyete göre 1,5 kilo yağdan vermemi bekliyordu ama olmadı. Tabi böyle olması benim de moralimi biraz bozdu. Galiba porsiyonların miktarını ayarlayamıyorum. Bayramda kaçamak verecekti ama istemedim. Bakalım haftaya ne çıkacak?